
Harabe
- Muhammet Yusuf Yazıcı
- gönderildi ÖyküYaşam
- 8
Umut yalnızca işkenceyi uzatır.
Friedrich W. Nietzsche
O günü hiç unutmam. Babam iki gün evvel ölmüştü. Cenazesini yeni kaldırmıştık. Babamıza son görevimizi yerine getirmek için beş kardeş uzun bir aradan sonra bir araya gelmiştik. İnsanlar artık son dileklerini dileyip, dağılmaya başlamıştı. Sadece en yakın akrabalarımız, dostlarımız acımızı paylaşmak için yanımızda kalmıştı. Son dualarımızı edip, biraz ağlaştıktan sonra eve döndük. Evde ayrı bir bekleyiş, ayrı bir matem vardı. Cenazeye gelmeyen en küçük kardeşim Cengiz ile kalması için birini onunla bırakmıştık. Deli heyecanıyla dönmemizi bekliyordu, uzaktan bizim geldiğimizi görünce çırpınmaya, kendi dilinde gevelemeye başlamıştı. Bizim için sıradan olan bu manzara yanımızdakileri çok etkilemişti.
Cengiz delikanlılığa yeni girmişti, ama hayatı boyunca itilip kakıldığından, hor görüldüğünden, sevgiye hiçbir zaman doyamadığından garip kalmıştı. Benden küçük diğer iki kardeşim onu karga suratlı diye çağırırdı, çirkindi çünkü. O da, garibim, bunu künyesi gibi gittiği her yere götürdü. İnsanlara kendini karga diye tanıttığı bile olurdu. Yine hiç unutmam, köyün çocuklarıyla birlikte bir tiyatro hazırlamıştı, deli tiyatrosu. Kuzgun rolünü almak için nasıl kavga ettiğiyle övünürdü. Güya herkes kuzgunu oynamak istiyormuş, bütün çocuklara kafa tutmuş. Oyunda kuzgun yoktu, zaten Cengiz de yoktu.
Saf bir çocuktu, onu kolayca kandırabilirdiniz, inandırabilirdiniz kendinize. Fakat asla kendi taraftarlığınızı yaptıramazdınız ona. Kendi bildiğini okurdu, çok okurdu. Bu yüzden de bilirdi. Deliden zarar gelmez, bunu bütün köy derdi ama sevmeyeni çoktur Cengiz’in. Hatta ararsanız düşmanı bile çıkabilir. Herkesi herkese karşı korumasından dolayıdır bu. Bazen Ahmet’in yanında Mehmet’i korurdu, bazen Mehmet’in yanında Ahmet’i sahiplenirdi. Kutupsuzdu. Bizi iki kutbu arasında sürükleyen dünya onun için bir oyun yerinden ibaretti.
Biz diğer dört kardeş annemle babamı köyde bırakıp şehre yerleşmiştik. Bir tek o kalmıştı onlarla birlikte, aslında bu onun tercihi değildi, keşke ona da bir tercih hakkı tanısaydık. Babam döverdi Cengiz’i. Çok döverdi, acımadan döverdi. Delirmeden önce de döverdi. Onun çocuğu değilmiş gibi döverdi, değildi de zaten. Hiçbir zaman babası olmadı Cengiz’in, doğduğundan beri kimse, annem bile almadı kucağına onu. Nasıl alsın ki? Cengiz… Annem, annemiz, evimize, köyümüze çok uzak bir tarlada rençberlik yaparken… o dört çocuk doğurmuş aslan kadın… direnmiş ama rençberbaşı… Aynı akşam babam da tekmeledi karnını. Cengiz, bebekken ölemedi, yaşayamadı da, delirdi.
Abim Hikmet dışında kimse oynamazdı Cengiz’le. Okula bile göndermedi babam. Abim öğretti ona okumayı, yazamaz ama. Bulduğu her yazıyı okurdu. Şehirden köye arada bir ziyarete gelirdik. Bize Nietzsche’den alıntı yapardı. Hepimiz okumuş adamlardık ama bir delinin bizden çok şey konuşmasına şaşırmazdık. Kardeşimiz dayak yiyordu çünkü, sarılacak tek umudu fikirlerdi, hakikat yolcusu Yunus’lardı. Belinde kaç sopa kırıldı, kitaplarıyla kaç kere soba tutuşturuldu Allah bilir.
Küçük kardeşlerim babamın ölümünden Cengiz’i suçluyordu. Babam evin avlusundaki kuyuya düşerek ölmüştü. Geldiğimizden beri Cengiz, ortalıkta büyük bir heyecanla, hatta histeriyle aynı şeyleri bağırıyordu: “Kuyu yeterince derin değildi.” Haliyle bu, onun derdini anlamayan bizlerin zoruna gidiyordu. Hele küçük kardeşlerim çok yükleniyorlardı ona. Babamın ölümünü kavramaktan çok uzaktaydılar, akılları hala Cengiz’le oyalanıyordu. Çocuğun her hareketine bir mânâ çıkartıyor, sinirlenecek neden arıyorlardı. Kendi aralarında planlar yapıyor, kendilerince buldukları baba katiline bileniyorlardı. Sinirlerinden yerlerinde duramıyorlardı. Ufacık bir fırsat yakalasalar o dakika Cengiz’i öldürürlerdi.
Ah, o güzel yüzüne kurban olduğum Hikmet abi, her defasında olduğu gibi o gün de Cengiz’i kanatları altına aldı, yanına oturttu, hatta ileri gitti derdini sordu. Cengiz’in cevabı ise kanımı dondurmuştu: “Öldürmeye yetti belki fakat diriltmeye yetmedi. Kuyu yeterince derin değildi.” Ölümü sıradanlaştıran hatta aşağılayan bu delinin sözleri kardeşlerimi kudurttu. Sabırları taşmış istedikleri bahaneye kavuşmuşlardı. Biri Cengiz’i kulağından tutarak geniş, kalabalık salonun tenha bir köşesine doğru sürüklüyor, diğeri ise sedirde oturan abimin kanatlarını yumrukluyordu. Bense hayretimden dona kalmış, mânâ ve maddenin kavgasını izliyordum. İşin garibi diğer herkes de başlarını başka tarafa çevirmiş, olan bitene kayıtsızdılar.
Küçük bankacı büyüğüne demir bir çubuk uzattı: “Yeter bu karga surattan çektiğimiz. Dağıt şu karganın suratını da babama çektirdiği eziyetlerin, yaptığı onca küstahlığın bedelini ödesin. Yüzünü öyle bir hale sok ki, her ayna gördüğünde acısı katlanılmaz hale gelsin.” Daha önce hiç kuşları kovalayan ihtiyar bir adam görmüş müydünüz? İşte Cengiz’in karşısında büyük bankacı bu komik durumdaydı. Eline sopayı almış kocaman cüssesiyle küçücük kargayı tehdit ediyor, karganın gamsızlığı ile daha da köpürüyordu. Sopayı kaldırmış, küçük kardeşimi tehdit ediyordu. Küçük bankacı dayanamadı araya girdi: “Neyine güveniyor bu küstah? Haddini bildir şunun artık, yeter uzattığın.” Abim Hikmet’in bütün feryadına karşılık kimse kılını kıpırdatmadı. Aralarda bıyık altından gülenler, kikirdeyenler bile vardı. Cengiz’in yüzünde sağlam kemik kalmayana kadar dövdüler, ama deli gülüyordu. Ne kadar sert vursalar, kahkahası o kadar çok yükseliyor, heyecanla diğer sopayı bekliyordu. Sonunda abim Hikmet küçük bankacının elinden kurtuldu, deliye sarıldı ve kendini sopaya siper etti. Muhteşem bir manzaraydı, görmeliydiniz. Elinde sopası ile büyük bankacı, abisine vuramayacağından sopayı kaldıramıyor, hırsını tam da alamadığından sopayı indiremiyordu. Çok geçmedi o da teslim oldu.
Öğretmen abim Hikmet, delinin dağılmış yüzünü elleri arasına aldı, öptü, okşadı ve beni aynı gün ikinci defa beynimden vurulmuşa çeviren sözleri söyledi: “Geçmeyecek Cengiz’im. Hiçbir şey geçmeyecek. Bu dünya insanları arasında kaldıkça ıstırabın daha da artacak, için içini kemirecek. İşkencen bedenini dahi aşacak. Madde insanlarının ağzı vahşet ve zulüm kokuyor. Öldürürken zevk alanlar, ölürken altlarını ıslatırlar, Cengiz. Dirilmek umurlarında olsaydı, yaşamayı bu kadar dayanılmaz kılmazlardı. Bu köy, bu memleket senin için çok dar. Ancak kabir haklar seni. Düş Cengiz’im, ayrılığın vakti geldi.” Cengiz doğrulup ayağa kalktı, yüzünün her yerinden kanlar süzülüyordu. Bankacılarla göz göze geldi. Yüzünün ağza benzeyen kenarında hafif bir tebessüm vardı. Yüzünden okunan aradığına kavuşmuş bir insanın mutluluğuydu. Ağır adımlarla eli sopalı bankacıya doğru yürüdü. Önünde eğildi ve elini öptü. Yüzünde hala acıyla karışık bir tebessüm vardı: “Teşekkür ederim.” Daha az önce sinir krizi geçiren bankacı telaşlanmıştı. Elini hemen geri çekti, kendini savunmaya pozisyonuna aldı. Küçük bankacı yanındaki masadan aldığı su bardağını Cengiz’e fırlattı, ıskaladı. Cengiz aldırmadı, tebessümü dahi bozulmadı. Tekrar ağır adımlarla sendeleyerek çatıya giden merdivenlere yöneldi. Herkes kitlenmiş, bu muazzam manzarayı izliyordu. Abim Hikmet salon kapısından evin avlusuna çıktı. Peşinden de ben çıktım. Bir süre sonra çatıda Cengiz göründü. Yüzünde aynı kahkahadan arta kalan tebessüm… Kollarını iki yana açtı, hafif bir rüzgar esti. Uzun saçları geriye doğru dalgalandı. “Kargalar harabelerde konaklar, artık azat vakti.” diye haykırdı. Sağ ayağıyla boşluğa doğru bir adım attı.
Resim: Two Men Contemplating the Moon, Caspar David Friedrich
Paylaş
Yazar hakkında
Ergün Öner Mehmet Öner Anadolu Lisesi, 11. sınıf öğrencisiyim. Edebiyat ve felsefe ile ilgileniyorum. En büyük hedefim iyi bir insan olmak.