
Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâme’si ile Machiavelli’nin Prens’i Üzerine
- Enes Kerim Şafak
- gönderildi BilimKültürTarihYaşam
- 25
Nizâmülmülk ve Machiavelli… Konu siyaset teorisi ve politika olunca belki de doğunun ve batının sultanları, üstatlarıdır bu iki isim. Çünkü bu üstatlar -öyle eserler yazmışlardır ki- yazdıkları eserleriyle tarihin akışını adeta değiştirmişler, siyaset alanında köklü değişikliklere yol açmışlardır. Biz de bu yazımızda -belirli konular kapsamında- bu iki düşünürün iki şaheserini ele alacağız; Siyâsetnâme ve Prens. Bu iki müthiş eseri belirli konular üzerinden detaylıca incelemeden ve karşılaştırmadan önce gelin isterseniz Nizâmülmülk’ü, Machiavelli’yi ve eserlerini kısaca tanıyalım.
Nizâmülmülk ve Siyâsetnâme
Meşhed’deki Nizâmülmülk büstü
Asıl adı “Ebu Ali Kıvamuddin Hasan bin Ali bin İshak et-Tûsî” olan Büyük Selçuklu veziri Nizâmülmülk (kendisine bu ünvan “mülkün nizamı” ve “devletin düzeni” anlamında verilmiştir), 10 Nisan 1018’de Horâsân’ın Tûs şehrine bağlı Nukan kasabasında doğmuştur. Hayatı boyunca birçok yerde valilik yapmış olan Nizâmülmülk, 1063-1072 yılları arasında Alparslan’ın, 1072-1092 yılları arasında ise Melikşah’ın veziri olarak Büyük Selçuklu Devleti’nin yaklaşık olarak 30 yıl vezirliğini yapmıştır. Bu süre zarfında Büyük Selçuklu Devleti’nin adeta ideoloğu olmuş, üstelik devlet idaresi ile ilgili tezlerini icra edecek yeterli zaman fırsatını da bulmuştur. Nizâmülmülk devlet teşkilatında idarî, malî ve askerî alanlarda aldığı tedbirler ve düzenlemeler sayesinde Büyük Selçuklu Devleti’ni ortaçağın en sağlam teşkilatlı devleti haline getirdiği gibi, yaptığı birtakım değişikliklerle kurduğu kurumların diğer Türk devletlerine model olmasını sağlamıştır (askerî ikta sistemi örnek olarak verilebilir).
Ayrıyeten Nizâmülmülk Hamedan, Rey, Herat, İsfahan, Nişabur, Belh, Merv, Bağdat vb. beldelere Nizamiye Medreselerini kurarak eğitim, ilim ve din alanında büyük hamleler yapmış, nice çalışmaların önünü açmıştır (hatta Bağdat Medresesinin başöğretmeni olarak İslam alimlerinin önde gelen isimlerinden biri olan İmam Gazali’yi tayin etmiştir).
Siyâsetnâme ise, Nizâmülmülk’ün Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın fermanıyla yazmış olduğu -ve yine ona takdim ettiği-, içerisinde kendi bilgisini, görgüsünü ve tecrübesini toplayarak siyaset ilmine dair o dönemde aklınıza gelebilecek neredeyse her türlü hususta görüşlerini bildirdiği, 51 fasıldan (bölümden) oluşan bir eserdir.
Nizâmülmülk kitabının giriş faslında bu kitabı Melikşah’ın şu fermanı üzerine yazmış olduğunu açıkça beyan eder:
“Her biriniz memlekete dair düşünüp saltanatımız devrindeki aksaklıkları tespit ediniz. Dergâh, divan ve sarayımızda yerine getirilmesi gerekirken es geçilen yahut gözümüzden kaçan durumları gözden geçiriniz. Ayrıca evvelki padişahların icra etmiş oldukları halde bizim de yapmamız gerekirken icrasından geri kaldığımız durumları saptayınız. Üzerlerinde fikirler eyleyelim, bu fikirleri hayata geçirelim de din ve dünya işlerimiz yolunca yordamınca idame etsin diye gerek Selçukluların gerek başka padişahların töre ve âdetleri üzerinde mütalaalar edip bu mütalaaları açık seçik olarak kaleme alarak bize sununuz. Bize arzı yapılan bu çalışmalardan makul olanını hayata geçirelim ki her bir iş kuralınca yapılsın. Mevla’ya ısmarlayalım işlerimizi ardından. İlahi gazaba uğramamak içün memlekette hakkıyla yapılan yahut fesada bulaşmış her ne var ise haberdar olalım. Zira Allahü Teâlâ bu memleketi bize ihsan buyurmuştur, Allahü Teâlâ bizden dünya nimetlerini esirgememiştir. Zira Allahü Teâlâ düşmanlarımızı kahr u perişan eylemiştir. Bundan ötürüdür ki memleket dâhilinde bundan böyle Hakk Teâlâ’nın şeriat ve emirlerine muhalif yahut mugayir bir iş ne olmalı ne süregelmelidir.”[1]
Siyâsetnâme’nin 51 faslında genel olarak bu konulardan bahsedilmiş ve onlarla ilgili sorulara cevaplar aranmaya çalışılmıştır: Adalet, güzel ahlak, vezirler, din, şeriat, reaya (halk), muhbirler, nedimler, istişare, silahlar, ordu, elçiler, hizmetkârlar, askerler, idare, hazine, mezhepler… Nizâmülmülk’ün yazım nizamı genel olarak şöyledir: İlk olarak problemi tanımlar ve konuyu saptar, ardından kendi görüşlerini belirli bir mantık çerçevesinde söyler, daha sonra ise konuyla ilişkin ayetler, hadisler, hikayeler ve hikmet dolu sözleri paylaşarak (kitabın birçok yerinde dinsel içerik olduğunu unutmayalım) görüşlerini destekler. Açıkçası bu nizamı beğendiğimi söyleyebilirim, bana kalırsa Nizâmülmülk bu işin üstesinden hakkıyla gelmiş.
Örnek vermek gerekirse, sekizinci fasıl: “Din ve Şeriat İşlerinin Esaslı Tetkik ve Teftişine Dair”dir. Nizâmülmülk bu fasılda ilk olarak -kısaca- hükümdarın haftada bir yahut iki kere ulemayla bir araya gelip dini sohbetler yapması gerektiğini, kendisini din işlerinden alıkoymaması gerektiğini söyler. Ardından bu görüşünü destekleyici nitelikte 1 hadis, 3 hikaye ve 1 hikmet paylaşır. Hadisler dini, hikâyeler ise tarihsel içerikli olduğu için metnin etkileyiciliği de böylelikle fevkalade artmış olur.
Nizâmülmülk ve onun Siyâsetnâme’si hakkında ilk olarak bu bilgileri bilsek yeterli olur, şimdi isterseniz Nizâmülmülk’ten yaklaşık 400 küsür sene sonra doğmuş olan, bir başka büyük devlet adamını kısaca inceleyelim: Machiavelli.
Machiavelli ve Prens
Niccolò Machiavelli, hukukçu bir babanın oğlu olarak 3 Mayıs 1469’da Floransa’da doğdu. Çocukluğunda aritmetik ve Latince öğrenerek klasik eserleri okudu. 1498 yılında “Onlar Kurulu”nun sekreterliğine getirildi (Onlar Kurulu, bir tür bakanlar kurulu işlevi gören “Signoria” adına Floransa’nın dış ilişkilerini yönetiyordu). Machiavelli devlet içerisindeki gücünü zamanla arttırarak Floransa’nın ikinci adamı durumuna geldi; birçok kez farklı ülkelerde elçilik ve diplomatlık yaptı. Dönemin büyük devletlerinin imparator ve krallarından Cesare Borgia, XII. Louis, I. Maximilian, II. Julius ve daha birçok isimle birebir görüşmeler yaptı. Bu görüşmeler sayesinde birçok hükümdarı ve devlet adamını bizzat gözlemleme fırsatı buldu.
1512 yılına gelindiğinde ise Medici ailesi Floransa’yı zapt ederek yönetime geçti. Bu yeni hükümet Machiavelli’nin bütün görevlerine son verdi, üstelik 1 yıl sonrasında Medicilere karşı kurulan bir komploda olduğu düşünülerek tutuklandı ve işkence gördü. Özgürlükleri kısıtlanarak serbest bırakıldı, Machiavelli de bunun üzerine Sant’Andrea in Percussina’daki evine çekildi. Böylelikle hayatını etkileyen en önemli kararlardan birisini almış oldu; nitekim siyasi hayattan uzaklaştırılmış olsa da en önemli eserlerini bu süreç içerisinde yazdı (yazımıza konu olan Prens adlı eserini de).
1526’da ise Papa VIII. Clementus tarafından affedilerek ilk başta basit bir memurluk görevine, ardından ise elçiliğe getirildi. Fakat maalesef ki bu görevinde uzun süre kalamadı, 1527’de ayaklanan halkın cumhuriyeti yeniden kurmasıyla bu görevinden azledildi. Aynı yıl fakirlik ve hastalıklarıyla boğuşurken, 21 Haziran 1527’de, hayatını kaybetti.
Prens –The Prince ya da Latince başlığıyla Il Principe, bazı mektuplarda kitabın isminin De Principatibus (Prenslikler Üzerine) olduğu da söylenir- 1513 yılında yazılmış olmasına rağmen ilk basımı Machiavelli’nin ölümünden 5 yıl sonrasında yani 1532’de yapılmış olan, Lorenzo di Piero de’ Medici’ye ithaf edilen, Machiavelli’nin yazmış olduğu belki de en önemli eserdir. Machiavelli bu eserinde prenslikler ve hükümdarlarla ilgili pek çok konuda -edebiyata girmeden, gayet basit bir şekilde- görüşlerini beyan etmiş, tavsiyeler vermiştir. Basitliğinin aksine yaptığı tespitlerle ve ürettiği görüşlerle tarih boyunca nice devlet adamını ve yazarı etkilemiş olan Machiavelli, bu eseri nedeniyle modern siyaset biliminin babası olarak kabul edilir.
Kitabın içeriğiyle ilgili bilgi vermeden önce şunu belirtmek gerekir ki, Machiavelli’nin Prens’i ile günümüzde yaygın olarak kullanılan prens kelimesi tam olarak aynı değildir; Machiavelli’nin Prens’i bir hükümdardır, yöneticidir ve devletin başındaki insandır; hükümdarın oğlu değildir.
Prens, 26 bölüme ayrılmış bir kitaptır. Machiavelli ilk olarak Lorenzo Medici’ye kitabını takdim etmek için methiyeler düzer (nitekim Siyâsetnâme’de de ilk başta bir dua, ardından ise Melikşah’a övgüler vardır). Ardından prensliklerin tasnifini yaparak kaç tür prenslik olduğunu tanımlar; bu kısım önemli olduğundan ötürü direkt kitaptan bir pasaj vermek istiyorum:
“İnsanlar üzerinde (siyasal) egemenliği olmuş ve olan bütün devletler, bütün yönetimler, geçmişte olduğu gibi bugün de, ya cumhuriyettir ya prenslik. Prenslikler ya mirasa dayalıdır ya yenidir. Mirasa dayalı prensliklerde, senyörün soyu uzun süredir iktidardadır. Ve yeni prenslikler ya bütünüyle yenidir -Milano, Francesco Sforza için böyleydi- ya da onları ele geçiren prensin mirasa dayalı devletine eklediği uzuvlar gibidirler -Napoli Krallığı, İspanya Kralı (II. Fernando) için böyledir-. Bu yolla ele geçirilen devletler, ya bir prensin yönetimi alında yaşamaya ya özgür olmaya alışkındırlar ve kişi bunları ya başkalarının silahlarıyla ya kendi silahlarıyla ya talihin sayesinde ya yeteneğiyle ele geçirir.”[2]
Machiavelli bunları söyledikten sonra tasniflediği prenslikleri incelemeye başlar; örneğin kitabın 7. bölümünün başlığı Kişinin Kendi Silahları ve Becerisiyle Ele Geçirdiği Yeni Prenslikler Üzerine’dir. Nitekim cumhuriyetleri ise incelememiştir (cumhuriyetleri Titus Livius’un İlk On Kitabı Üzerine Söylemler adlı eserinde incelemiştir, ancak bu kitabın ismi çoğunlukla kısaltılarak Söylemler diye geçer). Sonrasında ise prensler, askerler, ordular, kaleler, cömertlik, acımasızlık, prestij, danışmanlar ve daha birçok konu üzerinde sorular sorar ve bunları cevaplar (bakınız: 11. bölüm; Prens kendisini saydırmak için nasıl davranmalıdır?). En sonda ise İtalya’nın neden bu kadar vahim bir duruma düştüğünü ve nasıl tekrar güçlenebileceğini yazar, Medici’ye yapması gerekenleri söyler.
Machiavelli, Prens’inde bir konu üzerinde yazarken -genellikle- ilk olarak kendi görüşlerini belirtir, ardından ise bu görüşlerini destekleyici tarihsel olaylardan bahseder (ki bunların ekseriyeti İtalyan, Roma ve Yunan tarihiyle alakalıdır).
Şimdi ise belirli konular kapsamında iki kitaptan da görüşlere yer verelim ve pasajlar ekleyelim.
Hükümdar nasıl olmalıdır?
Siyâsetnâme’nin geneline yayılan görüş şudur: Hükümdar adaletli, ilim sahibi, dindar, ferasetli, cömert, ithiyatlı ve zulmü engelleyen birisi olmalıdır. Tüm bunları bizzat yazarların ağzından okuyalım ki, onları yanlış tanımaktan itinayla uzak duralım.
“Küfr ile belki amma zulm ile payidar kalmaz memleket.”[3]
Bu sözü kendisine düstur edinen Nizâmülmülk, açıkça bir memleketin dağılmaması ve ayakta kalması için adaletin İslam’dan bile daha üst bir mertebede olabileceğine işaret etmektedir.
Kitabın birinci faslında Melikşah’tan övgüyle bahsederken aynı zamanda bizlere hükümdarda olması gereken güzel özellikleri de sıralamıştır Nizâmülmülk:
“Güzel bir çehre, temiz ahlak, adalet, civanmertlik, yiğitlik, binicilik, ilim, envai çeşit pusatları kullanma mahareti, muhtelif sanatlara vâkıf oluş, Allahü Teâlâ‘nın yarattıklarına şefkat ve merhamet, vaat ve adaklarına vefa, dinde istikamet, pir ü pak bir itikat, Hakk Teâlâ’ya kulluğu sevmek, teheccüd ve nafile oruçlara riayet, din bilginlerine saygı göstermek, zahit ve dervişleri aziz ve muteber tutmak, ilim ehlini himaye etmek, hikmet sahiplerine muntazaman sadaka vermek, yoksullara iyilik eylemek, küçük dereceli memurlara ve hizmetkârlara müşfik olmak ve zalimlerin kökünü tebadan kazımak gibi hükümdarlığa yakışan hasletleri Hakk Teâlâ ona ihsan etti.”[4]
Yine bir diğer yerde Gazneli Mahmut’tan bahsederken (pek çok yerde bu hükümdardan bahseder Nizâmülmülk) onda gördüğü özellikleri sıralamıştır:
“Mahmud’dan evvel hiçbir hükümdara ‘sultan’ denmemişti. (Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun) İslam ve küfür beldelerinde ‘sultan’ olarak namlandırılan yegâne kişi Mahmud’dur. Bu unvan kendisinden sonra gelenek haline geldi. Sultan Mahmud kalbinde Allah korkusu taşıyan, adaletli, yürekli, gayetle akıllı, ilimsever, sağlam fikirli, dini pir ü pak ve gazi bir hükümdar idi. Güzel zamanlar adil hükümdarların hüküm sürdüğü zamanlardır. Adalet hâkim olunca ihsan da hâkim olur. Nitekim adaletin olduğu yerde civanmertlik de vardır.”[5]
Kitabın bir başka yerinde ise yine adaletin öneminden bahseder:
“Padişah vicdan sahibi ve adaletli olunca reaya daima huzur içinde olur. Vallahu a’lem (en iyisini Allah bilir).”[6]
Ve şimdi okuyacağımız pasajlarla ve yazının ilerleyen kısımlarıyla birlikte net olarak göreceğiz ki Nizâmülmülk tüm bu saydıklarımıza fevkalade önem vermiş, onlardan pek çok yerde bahsetmiştir:
“Güzel zamanlar, adil hükümdarların hüküm sürdüğü zamanlardır.”[7]
“Allah azze ve celle katında padişahların işledikleri günahtan daha büyük günah yoktur (Nizâmülmülk’e göre hükümdarların verdiği kararlar diğer insanların aksine pek çok insanı etkilediği için, onların yapacakları her hamlede yahut işte çok dikkatli olmaları gerekir; yapacakları kötülükler dinen kendilerine çok daha büyük felaketler doğurabilir).”[8]
Yine aynı yerde ise ona göre tarihin bazı bilge hükümdarlarını listeler, hem de çok şairane bir üslup ile:
“Bilge padişahlara bir bak ki nasıl hatırı sayılır işler yaparak avazelerini âleme Davut gibi salmış ve bu kubbede hoş bir seda bırakmışlardır. Feridun’a bir bak ve İskender’e ve Erdeşîr’e ve Nûşirevân’a, ve Dârâb’a ve Emirü’l-mü’mînin Ömer ve Emirü’l-mü’mînin Ali efendimize ve Ömer b. Abdulaziz’e ve bir bak Harun Reşid’e ve Me’mûn’a ve Mu’tasım’a ve İsmail b. Ahmed Sâmânî’ye ve bir bak Mahmud bin Sebüktekîn’e… Allah cümlesine rahmetiyle muamele etsin. Yaptıkları işler ortadadır, tarihlerde ve kitaplarda kıssaları yazmaktadır. Okuyucular bu hükümdarlardan hâlâ sitayişle bahsetmekte ve onlara dualar etmektedirler.”[9]
Machiavelli ise Nizâmülmülk’e nazaran çok daha pragmatisttir, din (ve ahlak) ile devleti birbirinden ayırır. Dini (Hristiyanlığı) kutsal bir boyutta eleştirmekten ziyade siyasi yönüyle eleştirir. Ona göre başarılı bir lider olmanın yolu iyi ya da dindar olmaktan geçmiyordur. Bunu neredeyse bütün yazı boyunca anlayacağız ama belki de en çok anladığımız kısım bu konu üzerinde olacak. Hatta birazdan belirteceğimiz görüşler yüzünden Machiavelli bazı insanlar tarafından “şeytan” olarak anılmıştır.
Örnek vermek gerekirse: Sizce bir hükümdar verdiği sözü tutmalı mıdır? Machiavelli’ye göre hayır, eğer tutmaması faydalı olacaksa, tutmamalıdır. Kendisinin bu görüşünü nasıl açıkladığını görmek için gelin Prens’in “Prensler sözlerini nasıl tutmalıdır?“ bölümünden bazı pasajlar verelim:
“Bir prensin sözünü tutmasının ve hileyle değil de dürüstlükle yaşamasının ne kadar övgüye değer olduğunu herkes bilir; gelgelelim, kendi dönemimizde yaşadıklarımızdan görüyoruz ki, sözlerine sadık kalmayı pek umursamayan ve kurnazlıkla insanların akıllarını çelen prensler büyük işler başarmış ve sonunda dürüstlüğü temel almış olanlara üstün gelmişlerdir.”[10]
“Bir prensin hayvan doğasını iyi kullanabilmesi gerektiğine göre (yazar kitapta bir önceki paragrafta bundan bahsetmiştir), hayvanlardan tilki ile aslanı seçmelidir; çünkü aslan kendini tuzaklardan koruyamaz, tilki de kendini kurtlardan koruyamaz. Öyleyse, tuzakları tanımak için tilki, kurtları korkutmak için de aslan olmak gerekir: Yalnızca aslanlık edenler bu işten anlamıyorlar demektir. Bu yüzden, sağduyulu bir yönetici, verdiği sözü tutmak zararına olacaksa ve söz vermesini gerektiren gerekçeler ortadan kalkmışsa, sözünü tutamaz, tutmamalıdır da. İnsanların hepsi iyi olsaydı, bu öneri iyi olmazdı; ama insanlar kötü oldukları ve sana verdikleri söze bağlı kalmayacakları için, sen de onlara verdiğin söze bağlı kalmak zorunda değilsin. Ve bir prens, sözünü tutmamasını haklı gösterecek meşru gerekçeler bulmakta asla zorlanmamıştır. Buna günümüzden sayısız örnek verilebilir ve kaç barışın, kaç sözün, prenslerin sözlerine sadık kalmamaları yüzünden hükmünü yitirdiği gösterilebilir: Tilkiyi daha iyi kullanmayı bilen, daha başarılı olmuştur. Ama bu doğayı iyi saklayabilmek ve büyük bir sahtekâr ve hilebaz olmak gerekir: İnsanlar o kadar safdildirler ve ânın gereklerine öyle kölece boyun eğerler ki, aldatan kişi, her zaman aldatılmaya hazır birisini bulacaktır.”[11]
“Şu da var ki, onlar olmaksızın devletini korumakta güçlük çekeceği kusurların adını lekelemesine aldırış etmesin, çünkü her şeyi iyice gözden geçirirse, erdem gibi görünen bir şeyin, peşinden gidildiğinde, yıkımına yol açacağını; kusur gibi görünen bir başka şeyin ise, peşinden gidildiğinde, güvenliği ve esenliğiyle sonuçlanacağını görecektir.”[12]
Machiavelli Prens’inde “cömertlik” kavramına da değinmiştir:
“Bu yüzden, yukarıda sözü edilen ilk niteliklerden başlayarak, belirtmek isterim ki, cömert kabul edilmek iyi olurdu. Gene de, cömertlik, seni öyle bilmelerine yol açacak şekilde kullanılırsa, sana zarar verir; çünkü erdemlice ve kullanılması gerektiği gibi kullanılırsa, farkına varılmayacak ve tam tersiyle suçlanmaktan kurtulamayacaksın. Bu yüzden de, bir prensin, insanlar arasında cömert namını korumak istiyorsa, hiçbir gösterişli harcama fırsatını kaçırmaması gerekir; ama böyle davranmakla, bir prens bütün kaynaklarını bu tür eylemlerle tüketmiş olacak ve sonunda, cömert namını korumak isterse, ağır vergilerle halkı ezmek ve para edinmek için yapılabilecek her şeyi yapmak zorunda kalacaktır. Bu da, onu uyruklarının gözünde nefret edilen birisi yapmaya başlayacak ve yoksul düşeceği için, herkes ona daha az saygı gösterecektir; öyle ki, bu cömertliğiyle birçok kişiyi mağdur edip çok az kişiyi ödüllendirdiği için, en küçük bir huzursuzluğun etkilerini hisseder ve ilk tehlikede zor durumda kalır: Bunun farkına varıp geri adım atmak isterse, hemen cimrilikle suçlanır.”[13]
“Bu yüzden, cömert bilinmek istiyorsun diye, kötü bir ünle birlikte nefrete yol açan açgözlü sıfatını yüklenmek zorunda kalmaktansa; nefret olmadan kötü bir üne yol açan cimri sıfatını kabullenmek daha bilgece olur.”[14]
Machiavelli’ye göre bir başka problem ise şudur: Hükümdarın sevilmesi mi daha iyidir yoksa korkulması mı? Machiavelli’ye göre korkulması daha iyidir; bu görüşünü ise şöyle temellendirir:
“Bundan bir tartışma doğar: Korkulmaktansa sevilmek mi daha iyidir, yoksa tersi mi? Sorunun yanıtı şudur: Kişi, her ikisini birden ister; ama bunları bağdaştırmak zor olduğu için, ikisinden birinin olmaması gerekiyorsa, sevilmektense korkulmak çok daha güvenlidir. Çünkü insanlar hakkında genel olarak şu söylenebilir: Nankör, gelgeç gönüllü, sahtekâr ve hilebaz olurlar, tehlikeden kaçar, kâr peşinde koşarlar; yukarıda [IX. bölümde] belirttiğim gibi, tehlike uzakta olduğunda, onların iyiliği için çalıştığın sürece bütünüyle senin yanındadırlar, sana kanlarını, mallarını, yaşamlarını ve çocuklarını sunarlar; ama tehlike yaklaştığında, senden yüz çevirirler.”[15]
Nizâmülmülk ile Machiavelli’nin benzerliklerine ve farklılıklarına en son değineceğiz, isterseniz şimdi hız kesmeden başka konular üzerinden pasajlar vermeye devam edelim ki görüşlerini net bir şekilde ortaya koyabilelim.
Kadın
Denilebilir ki, her iki düşünür de kadınların idarî işlerde bulunmasını istememişlerdir; ataerkil bir toplum kurgulamışlardır. Bu görüşümü her iki kitaptan da bazı pasajlar vererek desteklemek isterim, ilk örnek Siyâsetnâme’den gelsin:
“Dizgini ellerine geçiren padişahın kadınları erkeklerin her zaman dışarıda bizzat gözleriyle gördükleri gibi hadiselere tanık olamayacakları için kötü maksatlı kişilerden duydukları gibi yahut hacibe ve hadımın söylediklerini göz önüne alarak emirlerde bulunurlar. Böylece verdikleri emirler çoğunlukla hakikate ters düşünce kargaşa zuhur eder ve padişahın da itibarı zedelenip halk sıkıntıya düşer, memleket ve din işlerinde aksamalar meydana gelir, halkın ve reayanın malı zayi olur, devlet erkânının dirlik ve düzeni bozulur. Tarihin bütün devirlerinde hükümdarın karısı hükümdara egemen olduğunda rezalet, şer, fitne ve fesattan başka bir şey ele geçmemiştir.”[16]
Şimdi ise Prens’ten bazı pasajlar verelim:
“Öyleyse, sonuç olarak diyorum ki, talih zamanı değiştirdiği ve insanlar davranış biçimlerinde inat ettikleri için; bu ikisi [zaman ile davranış biçimleri] uyumlu iken başarılı, ikisi arasındaki uyum bozulduğunda başarısız olurlar. Kesin kanım o ki, atılgan olmak temkinli olmaktan daha iyidir; çünkü talih dişidir ve ona hükmetmek isteniyorsa, onu dövmek ve zorlamak gerekir. Talihin soğuk davrananlardan çok, bu kişilere kendini temsil ettiği görülür; gene bu yüzden, kadın olarak, hep gençlerin dostudur, çünkü gençler daha az temkinli, daha saldırgandırlar ve daha pervasızca hükmederler ona”[17]
“Prensin küçümsenmesine yol açan şey, değişken, hoppa, kadınsı, ödlek, kararsız kabul edilmesidir: Bir prens bir uçurumdan kendini sakınırcasına bu niteliklerden kendini sakınmalı ve eylemlerinde büyüklüğün, yılmazlığın, ağırbaşlılığın, güçlülüğün kendini göstermesine gayret etmelidir; uyrukları arasındaki özel meselelere gelince, kararının geri döndürülemez olmasını sağlamalıdır; ve kendisi hakkında öyle bir kanı uyandırmalıdır ki, kimse onu aldatmayı ya da kandırmayı düşünmesin.”[18]
Her iki düşünür de kadınlarla ilgili görüşlerini tarihsel nedenlere dayandırır, Nizâmülmülk ise ayrıyeten dini nedenler de sunar. Ancak kitabında bu konuda sunduğu hadis -ittifak görüşe göre- sahih olmayan zayıf bir hadisdir, bu ayrıntı es geçilmemelidir.
Şimdi isterseniz bir başka önemli konuya geçelim: Vezirler ya da danışmanlar nasıl seçilmelidir ve bu konuda nelere dikkat edilmelidir?
Danışmanlar
Hep yaptığımız gibi ilk olarak pasajlarla başlayalım, yazının sonlarına doğru bu pasajlardan çıkardığımız sonuçlarla her iki düşünürü ve kitabı genel geçer bir tahlilden geçireceğiz. Az önce yaptığımız gibi yine ilk olarak Siyâsetnâme’den başlayalım:
“Nice bir meşakkatle büyütülüp terfi edilmiş kişiler küçük bir kusur işlediklerinde yahut hataya düştüklerinde alenen azarlanmaları haysiyetlerine dokunabilir. Bu durumda ne kadar sevecen davranılırsa davranılsın gönüllerini almak mümkün olmaz. Bir yanlışlık yapan kişiye göz yumularak gizlice çağrılması gerekir ve kendisine, “Şöyle şöyle eyledin ve biz önünü açtığımız kişiye engel olmak, terfi ettiğimizin rütbesini düşürmesini arzu etmeyiz. Seni bu defalığına mazur gördük. Bundan böyle yaptıklarında dikkatli olup böylesi küstahlıklar sergileyip hatalara düşme.” diye ikaz edilir. Buna mugayir davranışlarına devam ederse gözümüden düşer. Artık bizden değil bizzat kendi yaptıklarının cezasını çeker. Böyle bilinsin.”[19]
“Elçiler de boy bosça alımlı, padişaha hizmet tecrübesi olanlar, sözünü sakınmadan söyleyenler, nice seyahatlerde bulunmuş, her ilmi nefsinde toplamış, hafızası kuvvetli ve ferasetli kişiler arasından seçilmelidir. Şayet elçi ihtiyar ise âlim olanı tercih edilmelidir. Elçinin nedim olması daha emniyetlidir. Elçiliğe gönderilen kimsenin yiğit, gözü kara, silahlı, süvari ve savaşçılık gibi meziyetlere sahip oluşu menfaatimizedir. Zira bu meziyetleri gördüklerinde adamlarımızın hepsinin bu ölçüde olduklarını düşünürler. Ve dahi nesep ve şerefinden ötürü ona kötülük eyleyemeyip hürmet edeceklerinden elçinin seyyid ya da şerif olanı da makbuldür.”[20]
“Meselelerde istişare yoluna gitmek kişinin güçlü muhakemesinden ileri gelir. Bir meseleye ilişkin herkesin malumatı olabilir; lakin birisi konuya daha fazla vâkıf; bir başkasının mevzuyla ilgili bildikleri daha yüzeysel; bir diğeri sahip olduğu ilmi icra etmemişken bir başkası aynı ilmi tatbik ve tecrübe imkânı bulmuş olabilir. Farzı misal bütün ilaçların isimlerini ezbere bilip bir derdin devasını bir kitaptan okuyarak bulan biriyle, envai çeşit ilaçların adlarını bilmenin yanı sıra nice kez onları tecrübe ederek tedavilerde bulunan birisi hiç bir olur mu? Öte yandan dünyanın dört yanına yolculuklarda bulunarak cihanı görme fırsatına daha fazla nail olmuş, feleğin çemberinden geçerek nice işlere koyulmuş birisiyle şuradan şuraya adımını atmamış, özge iller temaşa etmemiş, işlere girişmemiş vasat biriyle kıyas kabul etmez. Buradan hareketle şuna hükmedilir ki: Devlet işlerinde takip edilecek siyaset, âlimler ve cihan görmüşlerle istişare edilerek tespit edilmelidir. Zira birisi kıvrak zekâlı ve basiretli iken bir diğerinin anlayışı kıt olabilir. Âlimler, “Yalnız başına bir kişinin devlet işleri için izlediği siyaset bir insan kuvvetinde; iki kişininki ise iki insan kudretindedir.” demişler; her halükârda on kişinin kudreti tek bir kişinin gücüne başat gelir. Şuradan kıyas, Ademoğulları arasından Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhissalatu vesselam efendimizden daha âlim bir kişinin gelmediğini cümle âlem kabul eder. Olmuş ve olacak olanı görecek kadar kendisinde var olan o engin ilme; göklerin ve yerlerin, cennet ve cehennemin, levh ü kalemin, arş ü kürsünün ve bu ikisi arasındakilerin kapılarının kendisine açılmasına; Cebrail aleyhisselamın kendisine varıp vahiy getirmesine; olmuş ve olmakta ısrarkâr olanlardan onu haberdar kılmasına; bir böyle nice erdem ve gösterdiği mucizelere rağmen Allahü Teâlâ ona: “Yâ Muhammed, bir işi yapacağında yahut bir meseleyle karşılaştığında dostlarınla istişare eyle” diye buyurmaktadır. [Âli İmran; 153] İşte bunlardan ötürüdür ki Hz. Muhammed aleyhisselam istişareye ihtiyaç duyduktan sonra diğer insanların istişare etmemesi söz konusu bile olamaz.”[21]
İsterseniz bu konu hakkında biraz da Prens’ten bazı pasajlara yer verelim:
“Bir prens açısından, danışmanları seçme, hiç de önemsiz değildir; danışmanların iyi olup olmamaları, prensin sağduyusuna bağlıdır. Bir senyörün zekâsını değerlendirmenin ilk yolu, yanındaki adamlara bakmaktır; bu kişiler becerikli ve sadık iseler, bu senyörün, adamlarının becerilerini görebildiği ve onları sadık tutabildiği için, bilge olduğu kabul edilebilir. Ama başka türlü iseler, bu senyör hakkında iyi olmayan bir yargıya varılabilir; çünkü yaptığı ilk hatayı, bu seçimle yapmıştır.”[22]
“Ama bir prensin danışmanını nasıl tanıyabileceğine gelince; şu hiç şaşmayan yöntem vardır: Danışmanının senden çok kendisini düşündüğünü ve bütün eylemlerinde kendi çıkarını kolladığını görürsen, böyle bir kişi asla iyi bir danışman olmaz, ona asla güvenemezsin; çünkü bir başkasının devletini elinde tutan kişi, asla kendisini değil, her zaman prensini düşünmeli ve prensle ilgili olmayan herhangi bir şeyi asla onun gündemine getirmemelidir. Ve öte yandan, prens, danışmanını iyi tutabilmek için, onu düşünmeli, onurlandırmalı, zengin etmeli, ona önemli görevler ve yükümlülükler vererek kendine borçlu kılmalıdır; öyle ki, danışman prens olmadan var olamayacağını görsün ve pek çok onur, daha fazla onur arzulamasını, yüklü bir servet, daha fazla servet arzulamasını engellesin, pek çok görev, değişikliklerden korkmasına yol açsın. Bu yüzden, danışmanlar ve prenslerin danışmanlarla ilgili tutumları böyle olursa, birbirlerine güvenebilirler; başka türlü olursa, sonuç daima ya biri ya öteki için zararlı olacaktır.”[23]
“Prensler üzerlerine yük olacak işleri başkalarına havale etmeli, güzel işleri kendileri yapmalıdırlar. Ve sonuç olarak bir kez daha belirtmeliyim ki, bir prens soylulara saygı göstermeli, ama halkın nefretini kazanmamalıdır.”[24]
İsterseniz hız kesmeden bir başka konuya geçelim hemen: Ordu.
Ordu
Ordu hususunda denilebilir ki, her iki yazar da ordunun tek bir ırktan oluşmaması gerektiğini dile getirmiştir, her zamanki gibi ilk olarak Siyâsetnâme’den başlayalım:
“Ordunun katışıksız tek bir ırktan teşkil olması tehlikeler doğurur. Orduda her soydan asker bulunması için çaba sarf edilmelidir. Sarayda 2.000 Deylemli ve Horâsânlı neferin mukim bulunması zaruridir. Eldekilerin ikamesi, geri kalanların takviyesi gereklidir. Bunlardan bazısının Gürcü ve Fars Şebankarelerinden olmasında herhangi bir sakınca yoktur. Zira bunlar da gayetle makbul soydandırlar.”[25]
“Hiç kimseye ‘falanca kavim savaş meydanında pek mülayim’ dedirtmemek için her kavim kendi haysiyet ve şerefini korumak maksadıyla en iyisinin kendileri olduğunu ispat için cenk günü dişini tırnağına takardı. Savaşçı erlerin töresi bu minval üzere olduğundan, tamamı yiğitçe, canla başla vuruşur idi. Elleri silahlarına davrandığında düşmanı kahretmeden topukları üstüne gerisin geri dönmezler idi.”[26]
Şimdi ise ordularla ilgili Machiavelli’nin görüşlerini öğrenmek için Prens’ten bazı pasajlara yer verelim:
“Yukarıda belirtmiştik: Bir prens sağlam temellere sahip olmalıdır; aksi takdirde, yıkımı kaçınılmaz olur. Ve bütün devletlerin –yenileri kadar eski ya da karma olanlarının da– sahip olması gereken başlıca temeller, iyi yasalar ve iyi ordulardır. Ve iyi orduların olmadığı yerde iyi yasalar olamayacağı ve iyi orduların olduğu yerde iyi yasalar olması gerektiği için, yasaları ele almayı bir yana bırakıp ordulardan söz edeceğim. Öyleyse, şunu belirtelim: Bir prensin devletini savunduğu ordular, ya kendi ordularıdır ya paralı ordulardır ya yardımcı ordulardır ya da karma ordulardır. Paralı ve yardımcı ordular, yararsız ve tehlikelidir. Ve bir prens devletini paralı ordulara dayanarak elde tutuyorsa, asla istikrar ve güven içinde olamaz; çünkü bu askerler birlikten yoksun, hırslı, disiplinsiz, sadakatsiz olurlar; dostları arasında gözüpek, düşman karşısında ödlektirler: Tanrı’dan korkuları, insanlara vefaları yoktur; saldırıyı ne kadar ertelersen, yıkımını da o kadar ertelemiş olursun; barış zamanında onların, savaşta düşmanın talanına uğrarsın. Bunun nedeni şudur: Bu askerlerin, onları savaş alanında tutan cılız maaşları dışında bir sevgileri, bir amaçları yoktur; o maaş da, senin uğruna ölümü göze almak istemelerini sağlamaya yetmez. Savaşmadığın sürece, askerin olmaktan haz duyarlar, ama savaşma ânı geldiğinde, ya kaçarlar ya da çekip giderler.”[27]
“Yararsız bir başka ordu da, silahlı gücüyle gelip seni savunması için güçlü bir kişiye başvurduğunda gelen yardımcı birliklerdir, yakın bir geçmişte Papa Julius’un yaptığı gibi. Julius, Ferrara seferinde paralı askerlerinin kötü bir sınav vermesi üzerine, yardımcı birliklere yönelmiş, adamları ve ordusuyla gelip kendisine yardım etmesi için İspanya Kralı Fernando’yla anlaşmıştır. Bu askerler, kendi içlerinde yararlı ve iyi olabilirler; ama onları çağıran kişi için hemen her zaman zararlıdırlar; çünkü kaybettiklerinde, sen de yenilirsin; kazandıklarında, tutsakları olursun (Machiavellli burada ‘tutsakları olursun’ derken ‘kazanmış olman onların sayesinde olmuştur’ algısını kastetmiştir).”[28]
“Öyleyse, [olsa olsa] galip gelmek istemeyen kişi, bu askerlerden yararlanır; çünkü yardımcı askerler, paralı askerlerden çok daha tehlikelidir; onlarla bozgun kaçınılmazdır: Bütünüyle birlik içindedirler, hep başkasının buyruğuna girmeye hazırdırlar. Oysa paralı askerler, bir bütün oluşturmadıkları, onları sen bulduğun, paralarını sen ödediğin için, utku kazandıktan sonra, sana zarar vermek için daha çok zamana ve daha elverişli koşullara gereksinim duyarlar; başlarına getireceğin üçüncü bir kişi, sana saldıracak kadar gücü çok çabuk elde edemez. Kısacası, paralı askerlerde en büyük tehlike korkaklık, yardımcı askerlerde ise gözüpekliktir. Bu yüzden, bilge bir prens, her zaman bu askerlerden kaçınmış, kendi ordusuna bel bağlamıştır; başkalarının askerleriyle kazanmaktansa, kendi ordusuyla kaybetmek istemiş, yabancı orduyla elde edilen zaferi gerçek zafer saymamıştır.”[29]
Şimdi ise spesifik konular üzerinden incelemeyi bırakalım; iki yazar ve eser arasında genel geçer benzerlikleri ve farklılıkları tespit edelim, listeleyelim.
Siyâsetnâme ve Prens
İki eser arasındaki benzerlikler ve farklılıkları genel olarak şöyle listeleyebiliriz:
- Siyâsetnâme Prens’e nazaran çok daha uzundur, haliyle bölümlerin sayısı da daha fazladır (26’ya 51)
- Siyâsetnâme’de Prens’e nazaran edebī özelliklere daha sık rastlanır; nitekim Prens oldukça sade bir dil ve basit bir üslup ile yazılmıştır (o dönemki Rönesans eserlerinin ekseriyetinde bu durum görülür).
- Prens’in günümüz siyasetinde Siyâsetnâme’ye nazaran çok daha etkili olduğu söylenebilir; ve yine aynı şekilde çok daha fazla lidere tesir etmiştir.
- Siyâsetnâme ideal devleti tanımlar, Prens’e nazaran daha teorik bir kitaptır. Prens’in pragmatist ve pratik bir kitap olmasının belki de en önemli sebeplerinden biri dönemin şartlarıdır; 16. yüzyılın karışık İtalya’sı ile 11. yüzyılın İran’ı aynı kefeye konulamaz.
- Siyâsetnâme herhangi bir yasaklamaya maruz kalmamasına rağmen Prens, yayımlandıktan 28 sene sonra Katolik Kilisesi tarafından “Yasak Kitaplar Dizini”ne konur.
Nizâmülmülk ve Machiavelli
İki yazar, düşünür ve siyaset adamının arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları ise genel olarak şöyle listeleyebiliriz:
- Her iki yazar da, birçok devlet adamını, yazarı ve düşünürü etkilemiştir. Ancak bu husus üzerinde biraz durulduğunda görülecektir ki, Machiavelli’nin tesiri Nizâmülmülk’e nazaran çok daha geniş çaplı ve büyük olmuştur. Hatta Machiavelli’nin felsefesinden yola çıkarak siyaset dünyasına “Makyavelizm (Machiavellianism) adlı bir yaklaşım ve bakış açısı da kazandırılmıştır; bu, literatüre geçmiş bir kavramdır. Makyavelizm’in en büyük kaynağı tabii ki Prens’tir. Genel olarak söylenebilir ki Makyavelizm, devletin başlı başına bir amaç olduğunu savunur ve siyasette ahlak yasalarını hiçe sayar; dolayısıyla Makyavelizm’de “devletin ilerlemesinde ve düzenin korumasında izlenecek her yol mübahtır” anlayışı vardır. Bu düşünce sisteminin Prens’teki yansımalarını görmek için bizzat Prens’ten bir pasaj vermek isterim:
“Sözgelimi, merhametli, sözüne sadık, insancıl, dürüst, dindar görünmek yararlıdır, olmak da; ama zihnini öyle hazırlamalısın ki, olmaman gerektiğinde, tersine dönüşmeyi bilmeli ve bunu yapabilmelisin. Ve şunu anlamak gerekir: Bir prens, özellikle de yeni bir prens, insanların iyi olarak anılmasını sağlayan her şeye uyamaz; çünkü devleti korumak için, çoğu zaman verdiği söze, iyiliğe, insanlığa, dine aykırı davranmak zorunda kalır. Ve bu yüzden, prensin, talihin, rüzgârlarının ve olayların seyrindeki değişimin ona dikte ettirdiğine göre yön değiştirmeye hazır bir zihin yapısına sahip olması ve yukarıda belirttiğim gibi, elinden geliyorsa iyilikten uzaklaşmaması, ama gerektiğinde kötülükten içeri adımını atabilmesi gerekir. Dolayısıyla, bir prens, yukarıda belirtilen beş nitelikle dolu olmayan herhangi bir şeyin ağzından asla çıkmamasına büyük özen göstermeli ve onu duyanlara ve görenlere merhametin ta kendisi, sözüne bağlılığın ta kendisi, dürüstlüğün ta kendisi, insancıllığın ta kendisi, dinin ta kendisi gibi görünmelidir. Ve bu son niteliğe sahipmiş gibi görünmekten daha gerekli şey yoktur. İnsanlar genel olarak elleriyle değil, gözleriyle yargıda bulunurlar; çünkü herkes görür, ama çok az kişi duyumsar. Ne gibi göründüğünü herkes görür, ama ne olduğunu çok az kişi duyumsar; ve o çok az kişi, devlet erkinin korumasını arkasına alan çoğunluğun görüşüne karşı çıkmaya cesaret edemez; ve insanların eylemlerinde, özellikle de başvurulacak bir üst mahkemenin olmadığı prenslerin eylemlerinde, sonuca bakılır. Bu yüzden, bir prens devleti ele geçirecek ve elinde tutacak şekilde hareket etsin; araçları her zaman saygıdeğer bulunacak ve herkesçe övülecektir; çünkü sıradan insanlar hep görünüşle ve bir işin sonucuyla tuzağa düşürülür; ve dünyada yalnızca sıradan insanlar vardır; çoğunluğun dayanacakları bir yerleri varken de, azınlığa yer yoktur.”[30]
- Günümüz dünyasının siyasi arenasında Makyavelizm görüşü etkilidir; ayrıyeten bu görüş, toplumsal faydayı maksimize etmeye çalışan “Utilitarizm” ahlak sistemiyle de yakından alakalıdır; nitekim günümüzde neredeyse bütün devletler toplumsal faydacı bir ahlak anlayışa sahiptir. En basitinden şöyle bir örnek verebiliriz; çok önemli bir insanın yaşaması sıradan 10 kişinin yaşamasından daha mühimse, o önemli insanı yaşatmak için devletler 10 kişiyi öldürmekten çekinmeyecektir.
- Nizâmülmülk -tıpkı Farabi gibi- mutlak monarşiyi ve mutlak teokrasiyi savunur; ancak Machiavelli’nin daha önce bahsettiğimiz Söylemler adlı kitabına dayanarak onun cumhuriyetçi olduğunu söylerler.
- “İyi bir amaç uğruna kötülük yapılabilir mi?” sorusuna Machiavelli’nin vereceği yanıt çok bellidir: Evet yapılabilir. Nizamülmülk ise, bana kalırsa, konu devletin bekası ise yine Machiavelli gibi düşünebilir; fakat bu kötülükler dini de kapsıyorsa (ki çoğu kapsayacaktır) bunu kabul etmez. Esasen Nizamülmülk’ün siyaset felsefesinde dinin çok önemli bir konumu olduğu için bu sonuç, hiç de şaşırtıcı değildir.
- Her iki devlet adamı da işin ehline verilmesi gerektiğini savunur. Bu bağlamda sizlerle ilk olarak Siyâsetnâme’den, ardından ise Prens’ten birer pasaj paylaşmak istiyorum:
“Öte yandan işinin ehli, gayretkeş, liyakatli, takdire şayan, tecrübeli nice kişi atıl bırakılarak bir köşeye atılmıştır (Nizamülmülk bunu demeden önce bir işin iki kişiye ve iki işin bir kişiye verilmemesi gerektiğinden bahsetmiştir). Ne idüğü belirsiz, usul erkân bilmez, kör cahiller nice vazifeyi uhdesine alıp da işinin erbabı, soylu soplu, eline beline diline sahip, özellikle devlete makbul hizmetleri geçmiş, yararlıklar göstermiş dirayetli kimselerin bir kenarda işsiz güçsüz durması akla ziyandır.”[31]
“Bir prens yetenekli kişileri ağırlayarak ve belli bir alanda üstünlük gösterenleri onurlandırarak, yeteneklere değer verdiğini de göstermelidir. Ayrıca, uğraşlarını -ister ticarette, ister tarımda, ister insanlara özgü başka herhangi bir alanda olsun- rahatça yerine getirebilmeleri için yurttaşlarını yüreklendirmelidir. Ve öyle davranmalıdır ki, birisi elinden alınır korkusuyla mülkünü bezemekten, bir başkası vergi korkusu yüzünden bir işyeri açmaktan çekinmesin. Tersine, bu işleri yapmak isteyene ve şehrini ya da devletini herhangi bir biçimde geliştirmeyi düşünene, ödüller sunmalıdır.”[32]
- Denilebilir ki her iki siyaset felsefecisi de danışmanların önemine ve onları doğru seçmeye önem göstermişlerdir. Burada her iki yazar da tarihsel örnekler verir; yine ilk Siyâsetnâme’den, sonra ise Prens’ten birer pasaj verelim:
“Anılacak her hükümdarın arkasında kati surette feraset sahibi bir vezir vardır. Büyük peygamberler için de bu kanun geçerlidir. Nitekim Süleyman bin Davud’un Asıf b. Berhiya’sı, Musa peygamberin kardeşi olan Harun’u, Muhammed Mustafa aleyhissalatu vesselamın Ebubekir Sıddık’ı var idi. Ulu hükümdarlardan Keyhusrev’in Guderz’i, İskender’in Aristoteles’i, Minuçehr’in Sâm’ı, Efresyâb’ın Pîrân-ı vise’si, Guştasb’ın Camasp’ı, Rüstem’in Zevâre’si, Behram-gûr’un Hurerûz’u ve Nûşirevân-ı âdil’in Büzürcmihr’i var idi.”[33]
“Siena Prensi Pandolfo Petrucci’nin danışmanı Messer Antonio da Venafro’yu tanıyıp da bu kişiyi danışmanı seçtiği için Pandolfo’nun son derece değerli bir insan olduğuna hükmetmeyen kimse yoktu”[34]
Sizin de tüm bu okuduklarınızdan anlayacağınız üzere Prens, Siyâsetnâme’ye nazaran çok daha tepki çekmiştir. Esasen söylenebilir ki, Prens ve Machiavelli ile ilgili birçok görüş vardır; ben bunların en iyilerini derleyip sizlere sunmak istiyorum, ardından kişisel görüşümü söyleyeceğim.
Machiavelli ve Prens hakkındaki görüşler
Machiavelli büstü, Uffizi, Floransa
Bazılarına göre Machiavelli, adeta bir şeytandır. Çünkü o hükümdar adaylarına ikiyüzlülüğü, yalancılığı, suikastçiliği, isyanları şiddete başvurarak bastırmayı, gerektiği zamanlarda kötülüğü ve zorbalığı önerir. Machiavelli bu görüşe göre, “geleneksel” etik yerine yeni bir “laik” etik önerir. Birçok kişi buna karşı çıkar, hatta Prusya Kralı II. Friedrich tarafından Voltaire’ye yazdırılmış bir kitap bile vardır: Anti-Machiavel.
Ancak bazıları da, durumun hiç de öyle olmadığını, Machiavelli’nin aslında bizleri (halkı) uyarmak için Prens’i yazdığını dile getirir. Nitekim Jean-Jacques Rousseau “Toplum Sözleşmesi” adlı kitabında (bu kitap da incelenmesi gereken fevkalade önemli eserlerden birisidir, ihtimaldir ki hakkında bir yazı yazabilirim ileride) Machiavelli’nin aslında iyi ve dürüst birisi olduğunu; ancak Medici’lerin emrinde çalıştığı için baskıda olduğunu ve halkını açıktan uyarmaktan ziyade üstü kapalı bir şekilde uyardığını söylemiştir. Yani Machiavelli, prenslere yazmış olduğu “gibi gözüken” kitap sayesinde halkı bilinçlendirmek isteyerek adeta tarihte görülen en “Makyavelci” davranışı sergilemiş olabilir. Rousseau bu sebeplerden ötürü Machivaelli’nin aynı zamanda cumhuriyeti ve halk hâkimiyetini savunduğunu söyler, ve hatta Prens’i cumhuriyetçiler için bir el kitabı olarak tanımlar.
Nitekim bir başka görüşte ise, Machivaelli’ye Prens için kızamayacağımız söylenir. Çünkü gerçekten de Machiavelli sadece bir durum tespiti yapmıştır, o bu kitabı yazmadan önce de hükümdarların bazıları tasvirlediği gibi davranıyordu. İşte bu sebepten ötürü bazılarına göre Machiavelli, gerçekten üst düzey bir gözlemci ve realisttir; tıpkı kötü haberleri yazan bir gazeteciye kötü diyemeyeceğimiz gibi, Machiavelli de kötü değildir.
İnsanların görüşlerine yer verdikten sonra kendi görüşümü belirtmesem olmazdı, sizlere Machiavelli ile ilgili kişisel görüşlerimi paylaşmak isterim.
Machiavelli hakkında kişisel görüşlerim
Bana kalırsa Machiavelli, Prens’inin bu kadar ünleneceğini kesinlikle düşünemezdi. Prens gibi aşırı popülerleşmiş kitaplarda (özellikle politik iseler), yazarın kitabı yazma amaçlarından farklı olarak pek çok sonuç ortaya çıkar. Yani Machiavelli ister kitabı prens adaylarına bir el kitabı şeklinde yazmış olsun, ister halkı bilinçlendirmek için yazmış olsun, fark etmez. Günümüzde görmekteyiz ki, kitap her ikisini de layıkıyla sağlamıştır. Evet, birincisi gerçekleşmiştir çünkü gerçekten de pek çok lider yaptığı işlerde Prens’i rehber olarak almıştır, fakat ikincisi de gerçekleşmiştir; en azından mesela beni bu konuda bilinçlendirmiştir (ve muhtemelen benim gibi hükümdar olmayacak her türden insanı). Ancak yine de Machiavelli’nin gerçek amacına yoğunlaşacaksak, o konuda net bir görüş bildiremem. İki tarafın da argümanlarını destekleyecek çok güzel dayanakları mevcut, insan böyle bir durumda net bir tercih yapamıyor. Ancak ben yine de Prens’in gerçekten de hükümdarlar için yazılmış bir el kitabı olduğu görüşünü, diğer görüşlere nazaran biraz daha tasvip ederim, kendisinin de kitabında bizzat yazdığı gibi.
Umuyorum ki Siyâsetnâme’yi ve Prens’i yanlış düşüncelere sevk etmeyecek şekilde tahlil edebilmiş ve karşılaştırabilmişimdir. Hatalar yaptıysam ya da görüşlerimi yanlış bulduysanız lütfen yorumlarda belirtiniz. Evet, biliyorum çok uzun bir yazı oldu ama konu çok derin olduğu için her ne kadar kısa tutmak istesem de başarılı olamadım, yüzeysel geçseydim içime sinmezdi. Son olarak her iki kitaptan da bazı harikulade tespitleri alıntılamak isterim, onları gerçekten sizlerle paylaşmak istiyorum; hoşunuza gideceğine eminim. Okuduğunuz için teşekkürlerimi sunuyorum, sağlıcakla kalınız.
Not: Bahsi geçen kitapların her ikisini de e-kitap formatında satın aldığım için sayfa numaraları basılı kitaplardaki numaralarla özdeşleşmeyebilir.
Her iki kitaptan da enfes cümleler
İlk alıntıları bu sefer Prens’ten yapmak istiyorum:
“…çünkü bir değişim, daima başka bir değişimin oluşumuna zemin hazırlar”[35]
“Aşağı ve mütevazı konumdaki birisinin, prenslerin yönetimlerini tartışmaya ve kurallarını belirlemeye cüret etmesinin kendini beğenmişlik olarak addedilmesini istemem; çünkü nasıl manzara resmi yapanlar, dağların ve yüksek yerlerin yapısını gözlemlemek için ovada alçak bir konumda duruyor ve alçak yerlerin yapısını gözlemlemek için dağların tepesine çıkıyorlarsa, aynı şekilde, halkların yapısını iyi tanımak için prens olmak ve prenslerin yapısını iyi tanımak için de halktan birisi olmak gerekir.”[36]
“Günümüzde bu iki farklı yönetimin örnekleri, Türk [sultanı] ile Fransa kralıdır. Türk monarşisinin tamamını tek bir kişi yönetir; ötekiler onun kullarıdır; hükümdarlığını sancaklara bölmüş olup bu sancaklara çeşitli yöneticiler gönderir ve onları canı istediği gibi değiştirir, yerlerine başkalarını atar. Ama Fransa kralı, o devlette uyruklarınca bilinen ve sevilen birçok köklü soylu arasında yer alır: Bu soyluların mirasa dayalı ayrıcalıkları vardır, kral kendini tehlikeye atmadan bu ayrıcalıkları onların elinden alamaz. Bu yüzden, bu iki devleti göz önünde bulunduran birisi, Türk’ün devletini ele geçirmenin zor olduğunu, ama bir kez ele geçirdikten sonra elde tutmanın çok kolay olduğunu görecektir. Buna karşılık, bazı açılardan Fransa Krallığı’nın daha kolay işgal edilebileceği, ama elde tutmanın çok zor olduğu görülecektir.”[37]
“Bu yüzden, haksızlıkların hepsi, daha az maruz kalındığında daha az incitecekleri için, aynı anda yapılmalıdır; iyilikler ise, tadını daha iyi çıkarabilmek için, azar azar yapılmalıdır. Ve her şeyden önce bir prens uyruklarıyla öyle yaşamalıdır ki, iyi ya da kötü hiçbir olay, hareket tarzını değiştirmesini gerektirmesin; çünkü zor günlerde zorunluluklar baş gösterdiğinde, kötülüğe vaktin olmaz; yaptığın iyilik de işine yaramaz, çünkü zorunlu olarak yaptığın hükmüne varılır ve hiç teşekkür edenin olmaz.[38]
“Öyleyse, bir prensin savaş, savaş düzeni ve savaş disiplini dışında başka herhangi bir amacı, herhangi bir düşüncesi olmamalı, bunun dışında hiçbir şeyi uğraşı olarak benimsememelidir; çünkü savaş, komuta eden kişiden beklenen tek uğraştır ve öylesine önemlidir ki, prens doğanları o konumda tutmakla kalmaz, çoğu kez sıradan insanların da o konuma yükselmesini sağlar; buna karşılık, prenslerin, silahtan çok zevklerini düşündüklerinde, devletlerini yitirdikleri görülmüştür. Devleti yitirmene yol açan ilk neden, bu uğraşı ihmal etmektir; devleti ele geçirmeni sağlayan neden ise, bu uğraşın ustası olmaktır.”[39]
“Akıl alıştırmasına gelince; prens tarih kitaplarını okumalı ve seçkin kişilerin eylemlerini gözden geçirmeli, savaşlarda nasıl davrandıklarına bakmalı, zaferlerinin ve yenilgilerinin nedenlerini incelemeli, bu yolla yenilgilerden kaçınabilmeli, zaferleri taklit edebilmelidir.”[40]
“Yabancılardan çok halktan korkan prens, kaleler yaptırmalıdır; ama halktan çok yabancılardan korkan prens, kalelerle uğraşmamalıdır.”[41]
“Özellikle de, bir prens, her eyleminde, üstün zekâlı ve büyük bir insan olduğu kanısını uyandırmalıdır”[42]
“Çünkü üç tür beyin vardır: Biri kendiliğinden anlar, öteki başkalarının açıkladığını anlar, üçüncüsü ise ne kendiliğinden anlar ne başkaları aracılığıyla; bunlardan ilki çok iyi, ikinciyi iyi, üçüncüsü yararsızdır.”[43]
“İyi öğütler, kimden gelirse gelsin, prensin sağduyusundan kaynaklanmalıdır, prensin sağduyusu iyi öğütlerden değil.”[44]
Şimdi ise Siyâsetnâme’ye geçelim:
“Görevlerini noksansız yerine getirip getirmediklerini görmek için padişahın vezirleri ve mutemetleri gizlice sürekli denetlemesi lazımdır. Padişahın ve memleketin esenlik yahut kargaşası onlara bağlıdır. Vezir iyi tabiatlı biriyse o memleket kalkınır, ordu ve reaya hoşnut ve huzurlu, padişah ise kaygulardan azade olur. Vezir şirret birisi ise memlekete telafi ve tedavisi imkansız hasarlar verir ve bu sebeple padişahın gönlü daralır, zihni bulanır ve memlekette karışıklıklar zuhur eder.”[45]
“Süfyân el- Sevrî’nin şöyle söylediği rivayet olunur: Hükümdarların en hayırlıları ilim erbabıyla ünsiyet peyda eyleyenleridir ve âlimlerin en mazarratları hükümdarla düşüp kalkanlarıdır.”[46]
“Lokman Hekim şöyle der: ‘Şu cihanda bana ilimden daha yakın bir dost bulunmaz. İlim hazineye bedeldir; zira hazineyi sen muhafaza edersin, ilim ise seni muhafaza eder.”[47]
“Hiçbir şeyin hiçbir surette gizli saklı kalmaması ve vuku bulan yahut ayyuka çıkan bir meseleye anında müdahele için kulaklarına çalınan her şeyi padişaha ulaştıracak, tacir, seyyah, sûfî, yoksul, sakatatçı kılığında, dört bir yana casuslar salınmalıdır.”[48]
“Yeryüzünde makbul ve dosdoğru yolda ilerleyen, Allah’ın rahmetinin ikisi üzerine olası Hanefî ve Şafiî diye iki mezhep vardır. Geri kalanlar beyhude ve sapkınlık, şek ve gümandan ibarettir.”[49]
“Padişahın ferasetli olması, meseleler üzerinde kafa yorması, öncekilerin töresi ve geleneğiyle yakinen alakadar olması lazımdır. Ayrıca kendisine münasip, yol yordamdan haberdar, maharetli, işleri tanzim ve takip eden, unvanları kaidesince tertip eden, sapkınlık ve kötü alışkanlıkları bertaraf eden, keskin görüşlü ve keskin kılıçlı, mütehakkim bir vezir gerekir.”[50]
İleri Okuma’da verdiğim kaynakların tamamını okumadığımdan, bir kısmından yararlandığım için onları Kaynakça bölümünde göstermedim.
Kaynakça
- Nizâmülmülk, Siyasetname, (çev. Mehmet Taha AYAR), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2009
- Niccolò Machiavelli, Il Principe (Prens), (çev. Kemal Atakay), Can Sanat Yayınları, İstanbul 2014
- https://www.academia.edu/20019496/Machiavelli_ve_Prens_Adl%C4%B1_Eseri_%C3%9Czerine_Bir_%C4%B0nceleme
- http://dergipark.gov.tr/download/article-file/234724
- http://www.aytink.com/nizamul-mulkun-siyasetnamesi-uzerine/
- http://www.felsefe.gen.tr/machiavelli_makyavel_prens_kitabi.asp
- https://graduateway.com/nizam-al-mulk-and-machiavellis-the-prince/
- http://www.uguroral.com.tr/arastirma/makyavel-i-dogru-okumak
- https://www.quora.com/What-form-of-government-did-Machiavelli-support-His-writings-seem-favorable-to-republics-and-certain-democratic-principles-so-why-is-he-associated-with-dictators-and-tyranny
İleri Okuma
- http://www.bu.edu/av/core/journal/xxiv/Driscoll.pdf
- https://plato.stanford.edu/entries/machiavelli/
- http://ydemokrat.blogspot.com.tr/2010/11/niccolo-machiavelli-and-political.html
- http://www.todaie.edu.tr/resimler/ekler/ea89ae88fd840f3_ek.pdf?dergi=Amme%20Idaresi%20Dergisi
Dipnotlar
[1] Nizâmülmülk, Siyasetname, (çev. Mehmet Taha AYAR), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2009, s. 23
[2] Niccolò Machiavelli, Il Principe (Prens), (çev. Kemal Atakay), Can Sanat Yayınları, İstanbul 2014, s. 28.
[3] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 3.
[4] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 26-27.
[5] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 71.
[6] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 68.
[7] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 19.
[8] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 21.
[9] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 21.
[10] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 85.
[11] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 85-86.
[12] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 78-79.
[13] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 79-80.
[14] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 81.
[15] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 82.
[16] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 217.
[17] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 113.
[18] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 88.
[19] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 151.
[20] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 126.
[21] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 119-120.
[22] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 106.
[23] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 106-107.
[24] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 91.
[25] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 128.
[26] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 129.
[27] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 66-67.
[28] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 71.
[29] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 72.
[30] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 86-87.
[31] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 192.
[32] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 105.
[33] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 20.
[34] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 106.
[35] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 29.
[36] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 27.
[37] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 39.
[38] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 57.
[39] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 75.
[40] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 77.
[41] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 101.
[42] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 103.
[43] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 106.
[44] Niccolò Machiavelli, a.g.e, s. 109.
[45] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 42.
[46] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 85.
[47] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 86.
[48] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 100.
[49] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 124.
[50] Nizâmülmülk, a.g.e, s. 191.
Paylaş
Yazar hakkında
Yaklaşık 2 senedir Defter Arkası'nda yazılar yazıyorum. Genellikle deneme ve öykü yazarım; fakat ara sıra bilimsel yazılar da yazıyorum. Bir süredir sosyal bilimler üzerine yoğunlaştığımdan dolayı, yazılarım da bu doğrultuda olmaya başladı. Eğitimime Haydarpaşa Lisesi'nde devam ediyorum.
Emeğe saygı
Öncelikle çalışma gerçekten lisans eğitiminde geçer not alabilecek bir tez düzeyinde..(çoğu lisans öğrencisi bu kadarını bile yapmıyor)..
Bu iki şahsiyetin karşılaştırılmasında
Bende bir yorum yapayım bence doğru olanı (bence nin altı çizili;) belirteyim 🙂 makyavelizm
Şimdi bu izm de mottomuz “gaye vasıtayı meşru kılar”
Adamın özeti bu cümle..
Artısı eksisi nedir. Olaylara bakışımızda insan önemli değil önemli olan devlettir diyorsak mükemmel bir izm gömleği karşınızda, giyebilirsiniz.
Bazi padisahlar devletin bekası için kundaktaki günahsız bebeği boğazlatmışlar. Bu olay kanaatimce tertemiz bir makyavel örneğidir. Osmanlı yi severiz osmanlı bizimdir ama bu türden günahları varsa elestirmeliyiz. Makyavelizm bu örnekte olduğu gibi çılgın sonuçlar doğurabiliyor. Hiç bir izm ideoloji dünya görüşü adına ne dersek diyelim bir insan canını hiçe sayamaz. Bizim kültürümüzde insanı yaşat ki devlet yaşasın düsturu var iken bu zamanla evrilip insanlar devlet icin yaşasın olmuştur.
Makyavel e teori olarak bakınca masum görünüyor olabilir fakat pratiğe dökünce küçük bir çocuğu öldürmek benim amacima giden bir adımsa bunu yaparım demek oluyor. Ve bu cidden korkunç.
Nizamülmülk e gelince yaptığı adalet vurgusu gerçekten önemli makyavelin hedefime ulaşmak için ezip geçerim dediği bir olguyu devletin en merkezine koyması ise bu iki şahsiyetin karşılaştırılmasında bize yardımcı olur. Müslüman bir toplumda yönetici isterse kafir olsun ama adaletli olsun diyebilmek din olgusunu ortadan kaldırabilmek başarıdır.cunku müslüman bir zalimdense müslüman olmayan adil bir hükümdar evladır. özetle demek istediğim makyavelistlere bile birgün lazim olacak tek şey adalettir.
Şunu da ekliyim ibn haldun mukaddime si ve bu siyasetname de benim gözlemlediğim açık şekilde din ve devlet işlerinin ayrılması üzerinde duruluyordu. Hatta laiklik terimi kullanılmasa bile teoride laiklikten ilk bahsedenler bunlar diye biliyorum ve hükümdarın haftada misal 3 gün dinle ilgilenmesi meselesi şöyle yorumlamıyordu hükümdar dini işlerle uğraşacaksa ona ayrı gün ayırmalı devlete ayrı gün ayırmalı şeklinde.
Çalışmalarının devamını diliyorum. Cidden başarılı.
İlk olarak teşekkürlerimi sunuyorum Safa abi, beni gerçekten bahtiyar ettin 🙂
Bana kalırsa İslam’da iyilik adına kötülük yapmak tasvip edilen bir davranış değildir. Hele hele eğer söz konusu kundaktaki bir bebek ise. Günahsız bir bireyi en baştan yargılamak doğru ise, Allah’ın bizleri yaşatmasının ne manası kalırdı hem? İnsanı yaşat ki devlet yaşasın düsturundan “insanlar devlet için yaşasın”a geçişi söylemene ise bayıldım, harika bir tespit 🙂
Evet, Nizâmülmülk’ün adalet üzerinde bu kadar durması benim de gerçekten hoşuma gitti. Gerçekten de her insan başındaki yöneticilerin adaletli olmasını ister; sanıyorum ki Machiavelli de bunu bildiğinden dolayı prensin yine de iyi bir insan gibi “gözükmesini” öğütlüyor 🙂
Laiklik üzerinde yaptığın tespit çok hoşuma gitti, olaya hiç bu açıdan bakmamıştım; teşekkür ediyorum. Ancak kafama yatmayan hala bazı noktalar var (Mukaddime hakkında yorum yapamayacağım maalesef). İlk olarak şunu söylemek isterim, Laiklik kavramından ilk bahsedenlerden olmuş olabilir ama onun hakkında yine de laik bir insandı diyemeyiz değil mi? Sonuç itibariyle dini devlet yönetiminde yüceltiyor; hatta o kadar dine bağlı kalıyor ki devletin hiçbir organında Hanefî ve Şafiî mezhebinin dışında insanın bulunmaması gerektiğini söylüyor (bu listeye gayrimüslimleri de katar).
Üstelik, bir hükümdarın tüm zamanını din işleriyle ayıramayacağı düşünülürse, hükümdara 3 gün dinle ilgilenmesini söylemesi devlet açısından dinin önemsendiğinin göstergesi değil midir? Sonuç itibariyle “Her gün dini toplantılar yapmalıdır” diyemezdi herhalde, diye düşünüyorum. Ancak eğer tersten bakacaksak da evet, senin dediğin gibi; gerçekten de dinle uğraşılması gereken günleri kısıtlamıştır ve ayırmıştır, böylelikle laik bir anlayış getirmiştir 🙂
Tekrardan çok teşekkür ediyorum. Beğendiysen ne mutlu bana Safa abi! 🙂
Öncelikle böylesine uzun bir yazının akıp gitmesi zaten başarılı bir yazı olduğunun göstergesidir. Bahsi geçen kitapları henüz okumadım fakat elimden geldiğince yorumlamaya çalışacağım. Fikir ve bilgileri yüzeysel bırakıp geçmemen ve ayrıntıya girmen, hatta fikirlerini soyut bırakmayıp kitaplardan alıntılarla somutlaştırmanı çok mantıklı buldum. Fakat aklıma takılan bir soru işareti var: Acaba alıntıların uzunluğu ve fazlalığı senin düşüncelerini biraz kapatmış mı? Elbette alıntılar önemli ve olmalılar fakat ben şahsi olarak yazarın fikrine daha çok değer veririm. Fikrini alıntılarla somutlaştırman yazının güvenirliğini arttırır tabii ama bana alıntılar sınırını bir tık aşmış gibi geldi. Fakat genel olarak başta bahsettiğim sebepler dolayısıyla yazını çok kaliteli buldum, her tarafından emek akıyor 🙂 Tebrik ederim.
Öncelikle değerli yorumların için çok teşekkür ediyorum Neslihan 🙂
Sana kesinlikle katılıyorum, alıntıların yanında görüşler kısmı çok sönük kaldı. Aslında bu konu üzerinde bayağı fazla görüşüm mevcut fakat bunların neredeyse tamamı dini içerikli ya da gündem siyasetiyle alakalı. Eh, gündem siyaseti zaten Defter Arkası’nda yasak bildiğin gibi 🙂 Dini konularda da yazmamak -şimdilik- bir prensibim. Dolayısıyla bunlar olmadan belirttiğim görüşler de haliyle çok sığ oldu, haklısın.
Teşekkür ediyorum tekrardan, sonraki yazılarda görüşmek dileğiyle; iyi günler dilerim. 🙂
Sevgili Enes Kerim, öncelikle seni, güncelliğini hiç yitirmeyen bir konuda böylesine kapsamlı ve çok iyi kaleme alınmış bir inceleme yazısı yazdığın için kutluyorum. Ayrıca ve özellikle, tarih bilimine çok meraklı biri sıfatıyla kişisel olarak yazını çok keyifle okuduğumu söylemeliyim.
Yorum olarak ben sadece aşağıdaki görüşümü paylaşmakla yetineceğim:
Biri, 11. yüzyılda ve Türklerin müslümanlığı görece yeni kabul ettiği ve ahlaki etkilerini tüm ağırlığı ile hisettiği, yaşadığı bir dönemde, ve ayrıca coğrafi ve kültürel olarak çok farklı bir ortamda yaşamış bir vezir, diğeri ise Rönesans’ın başladığı ve başta İtalya olmak üzere tüm hızıyla Avrupayı sardığı ve yavaş yavaş da olsa hristiyanlık dininin ahlaki değerlerinin sorgulanmaya başladığı ve dolayısıyla zaman, mekan ve insani boyutlarıyla çok farklı bir dönemde yaşamış bir diplomat, politikacı, düşünür. Bu nedenle de siyaset bilimine yoğun ilgileri ve bizzat siyasetin içinden gelmiş olmaları dışında hiç bir ortak yanı olmayan iki insan.
Sayın Ender Bey, sizlere teşekkürlerimi sunuyorum; beni çok mutlu ettiniz. 🙂
Nizâmülmülk ve Machiavelli’ye dair yaptığınız tanımlamalara ve karşılaştırmaya bayıldım! Her bilim, disiplin ve alan insanı başka türlü tanımlar; mesela felsefe insan için “düşünebilen bir varlıktır” der. Sosyolojik açıdan baktığımız zaman da görüyoruz ki insan “sosyal bir varlıktır”. Dolayısıyla insan, içerisinde bulunduğu ortamdan, çevreden ve toplumdan kaçınılmaz olarak etkileniyor; hayatımızda yaptığımız çoğu iş bu tanımlamayla ilişkili aslında (bence). Hele hele söz konusu liderler ise bu durum etkisini daha da arttırıyor; ben tarihteki liderlerin ekseriyetinde bu durumu gözlemliyorum.
Görüşmek dileğiyle, iyi günler dilerim efendim. 🙂
Sevgili Enes Kardeşim, hazırladığın yazı konusunda belirtmem gereken öncelikle şu ki; yaşım senden ilerde olabilir lakin bilginin yaş ile alakası olmadığını bir kez daha çalışmanda görmüş bulunmaktayım. Seni yürekten kutluyorum. Daha önceki karşılıklı sohbetimizde de belirttiğim üzere Dünya var olduğu sürece inanç kavramı devamlılığını sürdürecektir. Devlet olgusu toplumları bir arada tutan önemli bir etken olsa da özünü oluşturan daima inanç (din) varlığıdır. Bu demek değildir ki tek din çatısı altında kitleler, kültürler, gelenekler, ananeler olmayacak aksine birbirinin varlığına ve inancına saygı duyan insanların var olduğu devletler bekasını koruyabilecektir. Nizâmülmülk ve Machiavelli iki ayrı medeniyetin devamlılığını sağlamak uğruna konu edindikleri, fikir yürüttükleri adalet anlayışlarıyla günümüze dek gelmelerine rağmen esasi olarak tek gerçek olan insan olgusunu ve insani değerlere sahip çıkan açıkça ortadadır ki Nizâmülmülk siyaset anlayışı dünya var olduğu sürece baki kalacaktır. Naçizane görüşlerimdir, eğer sürç-ü lisan ettiysek affola. Söz vardır kalpten içeri. Tekrar kutlarım kardeşim. (Abin Şahin)
Öncelikle sana değerli görüşlerin ve yorumların için çok ama çok teşekkür ediyorum Şahin abim 🙂
İnanç kavramı hakikaten de dünyada çok marjinal değişikler olmayacağı müddetçe önemini sürdürecek gibi duruyor. Ancak Singularity (Tekillik) ve Transhümanizm gibi kavramlar gerçekleşir ise ve şayet insanoğlu bir gün gerçekten tanrı rolünü oynamayı “deneyebilirse”, o zaman inanç kavramından kopup tamamen materyalist bir yaşama yönelebiliriz işte. Singularity bana kalırsa günümüz “modern” insanının araştırması ve üzerinde fikir yürütmesi gereken fevkalade konulardan sadece bir tanesi. Ben de bu hususta bir yazı yazmayı düşünmüştüm ancak ne yazık ki tembellik ettim, yazmadım.
Nizâmülmülk’ün siyaset anlayışı elbette ki bireysel olarak kalplerde yerini muhafaza edecektir ama korkarım ki dünya siyaseti bu şekilde ilerledikçe devletler çapında konumunu koruyabilmesi pek de mümkün değil gibi gözüküyor (keşke koruyabilseydi!); ancak yine de ümitvar olmak gerekir tabii ki.
Bilgi-yaş ve sürç-ü lisan meselesine gelirsek: Estağfurullah, estağfurullah… Asıl ben sürç-ü lisan ettiysem affola.
Sevgi ve saygılarımla…
Oldukça başarılı bir analiz okudum, ellerine sağlık.
Doğu ve batı arasında, ruh ve beden ilişkisi var zannımca. Ruh ve beden gibi onlar da birbirinden ayrılmaz nesneler olsa gerek. Ellerine sağlık demişken, ellerime bakıyorum da üstlerinde hem bedenin hem ruhun hakkı var. Ne bedeni aç bırakabilirsin ne de ruhu susuz. Doğu aklının çocuklarının ellerinden çıkan kitaplardan hangisine bakacak olsak, yüreğimizde, aklımızda bir sıcaklıkla birlikte derin bir hüzün hissederiz. Adaletten, sevgiden, barıştan, haktan dem vuran bunca kaynağın yeryüzünden neden meyvesini göremiyoruz, meyvesini bırakalım kokusundan bile mahrumuz, neden masum çocuklar ölmekte, niye? Ya sözümüz hakikatten uzak ya da biz sözümüzü tutmuyor olsak gerek.
Rum suresi 41. ayette “İnsanların yapıp ettikleri sebebiyle denizde ve karada düzen bozuldu, fesat ortaya çıktı” buyrulur. Yer ve gök arasında bulunan tüm varlıkların hakkı olan adaletten vazgeçmiş olmak, devletlerin olduğu gibi sade bir insanın da varlığını sürdürmesine engeldir.
Her ne sebeple olursa olsun ahlaki kuralları gözetiyor olmak dünya siyasetinde bir devletin yerini almasına engel midir? Devletler de insan gibidir, her insanın gövdesinde bir devlet var diye düşünecek olsak, adaletli olmak bir insanın kaybetmesine mi yenilmesine mi yol açar? Son mesajında zannediyorum buna yanaşan bir cümle yazmışsın, katılmıyorum. (yanlış anladıysam affola elbet)