
Beşinci Zindan
- Enes Kerim Şafak
- gönderildi EğitimKültürYaşam
- 26
Şu hayattaki kararlarımız, seçtiğimiz yollar, arzularımız, eğilimlerimiz, kişiliğimiz, kaçındığımız yollar ve daha fazlası… Bunların tamamını yaşantımızın temel ögeleri sayabiliriz: Hayatımız, tüm bu ögelerin karışımıyla ortaya çıkan “kaotik bir olgu” gibi adeta. Evet, bu böyledir: Gerçekten de çoğu zaman hayatımızın genel seyrini kendimizin belirlediğini, akışı iplerle kontrol ettiğimizi düşünürüz. Öyle değil midir ya: İnsanları, yaşadıkları hayata göre yargılamamızdan bile anlaşılır bu. Kötü bir yaşama sahipseler onları suçlayabiliyoruz, güzel bir hayat elde edebilmişlerse onları tebrik ediyoruz; gibi gibi…
Fakat tüm bunlara, hayatımıza ve genel olarak “hayat” kavramına biraz dışarıdan baktığımızda bazı “problemler” görmeye başlıyoruz: Sanki durum az önce bahsettiğimiz şekilde değilmiş gibi gözüküyor. Daha da dışarıdan bakmayı denediğimizde; ve hatta neredeyse tamamen dışarıdan bakacak gibi olduğumuzda (yani tüm hayatımız ve “hayat” kavramı gözlerimizin önüne “serilecek gibi” olduğunda) ise ilk anlattıklarımız değerini tamamen kaybedecekmiş gibi oluyor; kimimiz bu “gözlerinin önüne serilenleri” gördüğünde bu duruma üzülüyor, kimimiz kadercilik diyor, kimimiz umutsuzluğa kapılıyor, kimimiz boşvermişlik duygularıyla doluyor, kimimiz de…
Kimimiz de yeteri kadar özgür olmadığımızı fark ediyor: Bunlardan birisi Ali Şeriati [1].
Ali Şeriati (İranlı Müslüman Sosyolog, Yazar), “İnsanın Dört Zindanı” adlı eserinde genel olarak bu konu üzerinde duruyor ve kendi tezini ileri sürüyor. Kitap, Ali Şeriati’nin vakti zamanında verdiği 2 konferanstan oluşuyor (ikincisi birincisinin özeti mahiyetinde). Peki bu konferanslarda ne anlatmış bu adam, derdi neymiş?
Ali Şeriati, tezini açıklamadan önce, ilk olarak temellendiriyor; insanın dört zindanını açıklamadan önce “insanın” ne olduğunu tanımlamamız gerektiğini söylüyor. Şeriati insanı iki temel esas üzerinde tanımlıyor: Beşer ve insan. Şeriati’ye göre beşer bizim insan olarak tanımladığımız herkestir: Biyolojik, psikolojik ve fizyolojik özellikleri bulunur (diğer bir deyişle bizim tanımımıza göre bütün insanlıktır). Yani bizim tanımladığımız bütün insanlar “beşerdir”. Fakat Şeriati beşerin yanına bir de “insan” ekliyor. İnsan ise herkes değildir, fakat herkes farklı derecelerde insan olmayı başarabilmiştir; o bir “var olma durumu” değildir, sabit bir merhalde değildir, bir yoldur; sonu gelmez bir gelişim sürecidir. Burada bu tanımlamaların nereden geldiği sorulabilir: Şeriati bu iki esası genel olarak Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetler ve çeşitli ilimlerin/disiplinlerin insana dair uğraşları/bakış açıları üzerine temellendiriyor.
İnsan olmak bir yoldur dedik, herkes farklı derecelerde insandır dedik. Peki insan olmanın yolu nereden geçer? Bu soruyu direkt Şeriati’nin ağzından cevaplamak -zannederim ki- daha uygun olacak:
“Bu insanın -var bulunması gereken ve olması gereken insanın- üç özelliği vardır: İnsan ilk olarak bilinçli, ikinci olarak seçici, üçüncü olarak yaratıcı bir varlıktır. İnsan’ın bütün diğer özellikleri bu üç ana özellikten kaynaklanır. Şu halde insan, kendini bilen, seçen ve yaratandır. Her birimiz bilinç, yani kendini bilme aşamasına ulaştığı, gerçekten seçim yapabilme aşamasına ulaşabildiği ve tabiatın yaratmadığı veya sahip olmadığı şeyi yarattığı ölçüde insanız.”[2]
Ardından Şeriati, insanda bulunması gereken üç özelliği engelleyici unsurları sıralıyor, onları bir “zindan” olarak nitelendiriyor. Tam olarak bu kısmı da onun ağzından okumamız daha doğru olur:
“Şu halde insan özgürlük demektir. Ulaşmak istediğim tez buradan başlıyor, o da şudur: ‘Dört belirleyicinin esiri olan seçici özgür irade.’ Dört zindanın tutsağı. Bundan dolayı insan olmak ve tabiatta seçebilen tanrı benzeri özgür iradeye erişmek; bu dört zindan ve belirleyiciden kurtulabildiği vakit mümkün olabilir. Din ve felsefelerde kurtuluş adına peşine düşülen şey, budur.
Bu dört zindan hangisidir? Ne mutlu ki burada izaha gerek yoktur. Aslen belirleyicilik/zorlayıcılık ne demektir? “Ben değil” demektir; bende var olan, ama benim tarafımdan seçilmiş olmayan her durum, her irade, her istek ve her eğilim, bir belirleyiciliğin/cebrin ürünüdür. Şu halde takdir, belirleyicilik o tanrısal iradenin antitezidir. Belirlenmişlikle yapılan özgürlük savaşı, insanın tabiatta kendisi olmak için, maddi bir olgudan Tanrı’ya doğru gitmek için verdiği savaştır. Benim seçici özgür irademi kendi için baskı altında tutan, sınırlayan ve kayıt altına alan ve benim yerime seçim yapan bu dört illet zindan, şunlardan oluşmaktadır: 1. Tabiatın belirleyiciliği, 2. Tarihin belirleyiciliği, 3. Toplumun belirleyiciliği, 4. Kendi belirleyiciliği.”[3]
Bu zindanları Şeriati’nin yazdığı sıraya göre incelemek daha doğru olur, çünkü en mühim gördüğünü en sona koymuş (birazdan değineceğiz).
Tabiatın Belirleyiciliği
İbn-i Haldun’un şu sözünü duymuşuzdur: Coğrafya kaderdir. Şöyle bir düşününce, durum gerçekten de bundan ibaret değil midir? Mesela eğer ben herhangi bir soğuk iklimde doğmuş olsaydım (Sibirya topraklarını varsayalım) içinde bulunduğum tabiat -ki ben seçmedim- özelliklerini bana yüklerdi. Yani içinde bulunduğum tabiatın suyu, iklimi, toprağı, havası ve diğer bilumum faktörü benim ruhsal gelişimim, düşünce tarzım, içgüdülerim ve hayatımda verdiğim kararlar üzerinde son derece etkisi var. O halde ben aslında tabiatın bir esiriyim.
Üstelik sadece bunlarla da sınırlı değil, tabiat yasaları da özgürlüğümüzü son derece kısıtlıyor. Mesela uçmak istiyoruz fakat yerçekimi var, uçamıyoruz. Ya da çok uzun mesafeleri kısa sürelerde almak istiyoruz fakat tabiat bunu da sınırlıyor. Şimdi burada itiraz eden seslerinizi duyar gibiyim, diyorsunuz ki: “Bir kuş gibi uçamasak da uçakları icat ettik, yani mantıken bu kısıtlamayı aştık.” Evet, doğrudur. Zaten bu sebepten dolayı İbn-i Haldun’un sözüne bir düzenleme getirmemiz gerekir (Kendisi vakti zamanında belki bu düzenlemeyi getirmiştir, onu bilemiyorum. Ben şu an çoğumuzun bu sözden anladığımız ifadeye bir düzenleme getiriyorum aslında.), o da şudur:
Evet, coğrafya kaderdir, fakat insan coğrafya (tabiat) “zindanından” kurtulabilir; üstelik işin doğrusu: Birçok noktada kurtulmuştur. Nasıl mı?
Çünkü biz insanlık olarak teknoloji geliştirdik:
- Tabiat uçmamıza izin vermedi ama teknolojiyi geliştirerek uçabildik.
- Çok önceki zamanlarda yaşasaydık mesleklerimiz bile tabiatımıza bağlı olacaktı, mesela deniz kenarında doğmuşsak balıkçı, karasal bir yerde doğmuşsak kara avcılığıyla uğraşacaktık (ve bunu kesinlikle kendimiz seçmeyecektik). Fakat günümüzde dünyanın -nitelik olarak- pek çok farklı noktasında doğan insan aynı işleri yapabildikleri gibi, bu tür işleri de kendileri seçerek yapıyorlar.
- Bugün çok soğuk bir bölgede sıcak bir ortama, çok sıcak bir bölgede de soğuk bir ortama sahip olabiliyoruz; mevsim fark etmeksizin içinde bulunduğumuz ortamın sıcaklığını belirleyebiliyoruz. Eski zamanlarda bunu başarabilmek günümüzdeki kadar kolay değildi.
- Eski zamanlarda olsaydık (yukarıda da biraz değindiğimiz gibi) sosyal ilişkilerimiz, şehirciliğimiz ve refah seviyemiz içinde bulunduğumuz tabiatın gerekliliklerine göre olurdu. Bugün ise bu alanlardaki durumumuzda -küresel seviyede- benzer nitelik ve nicelikler elde edebiliyoruz. Mesela tarihteki ilk şehirleşme örneklerini düşünelim, genel olarak deniz ve nehir kenarlarına yapıldı. Fakat günümüz dünyasında modern bir şehir gerekli ekonomik altyapı ile beraber neredeyse dünyanın herhangi bir noktasına kurulabilecek seviyeye geldi, eskisine göre bu noktadaki esaretimiz yok denecek kadar az.
Tüm bu örneklerden görüleceği üzere insan, tabiatın belirleyiciliğinden gerekli teknolojiyi ve bilimi geliştirerek gayet de kurtulabilir. Şeriati de böyle düşünüyor, ben de; durum da açık bir şekilde bu sonucu gösteriyor zaten…
Tarihin Belirleyiciliği
Dil -şüphesiz ki- düşünce biçimini etkileyen en önemli etkenlerden biridir. Ben şu an bu yazıyı da Türkçe dili ile yazıyorum. Fakat Türkçe ben doğar doğmaz bana verilen -elde etmediğim- bir şeydir, yazgımın (tarihin belirleyiciliğinin) bir parçasıdır. Peki ya sadece dilden mi ibaret bu? Hayır: İnsanların dini, dili, düşünce yapısı ve hayattaki eylemleri; aynı şekilde toplumların hareketleri, akımları, düşünce yapıları ve “akışı” da tarihe bağlıdır. Diyelim ki ben hayatımın büyük bir kısmında İstiklal Savaşı’nı araştıracağım ve çoğu fikrim de bu savaştan etkilenecek. Ben 2002 yılında Türkiye’de doğmamış olsaydım da 1800 yılında Fransa’da doğan bir kişi olsaydım hayatım kesinlikle bu şekilde olmayacaktı. Ya da diyelim ki ben bir sanatçıyım ve kendimi son zamanlardaki sanat akımlarının içinde buldum, eserlerimi de bu akımlardan etkilenerek ürettim. Fakat farklı bir tarihte doğsaydım ürettiğim eserlerin niteliği ve niceliği de değişecekti. Ya da mesela: İnsanların hangi dine mensup oldukları olgusunun, hangi tarihte ve hangi millette doğduğu olgusu arasında da büyük bir ilişki olduğu görülüyor. Şu halde ben, tarihimin bir esiriyim (örnekler çoğaltılabilir).
Peki ben tarih zindanından nasıl kurtulabilirim?
Aşağıdaki örnekler olduğu zaman ben tarih zindanından nispeten kurtulmuşum demektir:
- (Avrupa milletlerinin Türk milletine nazaran demokrasiyi ve insan haklarını daha çok özümsediğini varsayalım, öncül bilgimiz bu olsun.) Avrupa milletlerinin trajik tarihini inceleyip günümüze ilişkin sonuçlar çıkarabilirim. Mesela şöyle bir çıkarım yapabilirim:
“Bu milletler neden bu bahsettiğimiz değerleri özümsemişler? Çünkü trajik bir tarihleri var: Sanayi devrimi sonrasındaki insan hak ve hürriyetlerinin ihlalleri, çocuk işçiler, köleler, dünya savaşları, faşist diktatörlükler vs. Öyleyse biz bu trajik tarihi yaşamadan, onu inceleyerek çıkarım yapabiliriz (yapmalıyız) ve demeliyiz ki: Bizim başımıza kötü olaylar gelmeden bu değerlere sahip çıkmalıyız.”[X Örneği]
- Tarihin bize verdiklerini kendimizin seçmediğini fark edip onları sorgulamak.
Genel olarak şöyle özetlenebilir: Eğer pek çok özelliğimizin tarih tarafından belirlendiğini bilir, tarih bilimi ile tarihin hareketine hakim olan yasaları keşfedebilir, tarihin bizim fikirlerimizde, eylemlerimizde, hislerimizde ve ahlak yapımızda ne gibi etkileri olduğunu anlayabilirsek tarih zindanından kurtulabiliriz. Şeriati’ye göre bu zindandan kurtulmak tabiat zindanına göre daha zordur; çünkü tabiat tüm gerçekçiliğiyle ve tüm belirleyiciliğiyle “gözlerimizin önündedir”; tarih de belirleyicidir fakat somut bir şey olmadığı için tarihin belirleyiciliğini çok daha az fark ederiz. Fark ettiğimizde, bilinçlendiğimizde ve buna göre eyleme geçtiğimizde ise kendimizi ve hatta toplumumuzu tarih zindanından kurtarabiliriz.
Bu noktada temel bir itiraz gelebilir, o da şudur: “Tarihsel süreç, öyle olması gerektiği için değil; binlerce seçenek içinde öyle olduğu için bu şekilde olagelmiştir. Dolayısıyla tarih yasaları yoktur.” Evet, diyalektik materyalizm ve daha birçok görüş de bunu genel olarak böyle söyler. Şeriati ise tarihin yasaları olduğunu savunuyor gibi. Hatta kitabında verdiği bir örnekte şu görüş saklıydı: İlkel komünlerden sonra kabilecilik, kabilecilikten sonra feodalizm, feodalizmden sonra burjuvazinin güçlenmesi ve şehirleşme, bunlardan sonra kapitalizm, ardından sanayileşme, ardından proleterya ve işçi gücünün tepkisi… vs. Bu konuda şahsen Şeriati’nin fikrine daha yakın olduğumu söylemem gerekiyor. Tarihte benzer nedenler ve olaylar gelişince benzer sonuçlar doğabilir, ki olmuştur. Aynı bunun gibi, yukarıdaki verdiğim akışta ve hatta verdiğim X Örneği’nde de benzer bir durum söz konusu olabilir. Fakat amacım bu akışa teslim olmak değil, onu önceden bilerek bir sonraki kötü evre gelmeden onu engellemektir. Yani bence de toplumlar ve insanlar tarihi derinden inceleyerek -tarih bilimiyle- tarih zindanından kurtulabilir.
(Tüm bu paragrafta neden böyle düşündüğümü açıklamam çok daha uzun süreceğinden bu yazıda çok kısaca değindim, başka bir yazıda belki bu konuya tekrardan değinebilirim.)
Toplumun Belirleyiciliği
Burada tanım kısmını Şeriati’nin ağzından okuyalım direkt, kısa bir şekilde özetlemiş:
“Toplumun nasıl bir cebir olduğu, hepsinden daha açıktır. İnsan, daha doğrusu beşer, kendi sosyal ortamında, ülkesinde yetişen bir meyveden ibarettir. Tat, özellikler, hakim düşünce tarzı, hassasiyetler, eğilimler, ilgiler, duygular, hatta hayaller, arzular ve ideallerini hep toplumundan almıştır. Sahip olduğum sosyal düzenin şekli, sınıfsal, grupsal, siyasal ve ekonomik ilişkiler, üretim sistemi, alt yapı ve üst yapı, kültür, ekonomi ve üretim ilişkileri hep birlikte toplum adında bir kalıp meydana getirmiş olup ben birey olarak bu kalıplardan birinde doğmuş ve yetişmişim; mecburen bu kalıpları almışım.”[4]
Durum gayet açıktır. Toplumumuzdan, içinde bulunduğumuz sosyal düzenden ve çevremizden ayrı düşünelemeyen kişileriz, hepimiz böyleyiz. Hepimiz hem çevremizden etkileniyoruz, hem çevremizi etkiliyoruz; hatta tüm bunları bütünsel ölçekte düşündüğümüz zaman kimileri “birey” olabilmenin o kadar da mümkün olmadığını söylüyor (Toplumun önemine istinaden başka tür iddiaları olanlar da mevcut: Bilhassa psikoloji ve sosyoloji alanlarında.). Bana “Bu kitabı okumadan önce bu dört zindandan hangisini en çok fark edebilmiştin, hangisi üzerinde en çok kafa patlatıyordun?” diye soracak olsanız cevabım “toplum zindanı” olur; hatta okulumuzda yaptığım Okuma Kulübü etkinliğinde katılımcılara başvuru formunda şöyle bir soru sormuştum: “İnsanların hayatlarındaki tercihlerinde içinde bulundukları çevrenin ve toplumun etkisi ne kadardır?”. Ardından 1 ila 5’e kadar puanlamalarını istemiştim (1 en az, 5 en yüksek). Ben şahsen “4” cevabını vermiştim, katılımcıların ortalaması ise “3,77” olmuştu. Sanıyorum ki insanların çoğu da böyle bir soruyla karşılaşacakları zaman bu ortalamaya yakın cevaplar vereceklerdir: Nitekim bu gerçekle yüzleşmek çok zor değildir.[5]
Öte yandan, bu gerçekle yüzleşmek pek zor olmasa da, onun üstesinden gelmek epey zordur. Peki bu nasıl mümkün olur? Burada da Şeriati’den alıntı yapalım:
“Bu belirlenimden nasıl kurtulabiliriz? Sosyoloji ile. Sosyoloji, bilen insan olarak bana toplum yasalarına dair bilgi veren; toplumun bireyi -örnek olarak beni- nasıl meydana getirdiği konusunda bilgi veren; sonra bir sosyal düzen ve bir sosyal çevrenin ne gibi unsur ve etkenlerden oluştuğu, ayrıca birey tarafından meydana getirilen bu unsur ve etkenlerin esas olarak nasıl meydana geldikleri; sosyal sistemi değiştiren etkenlerle beşeri toplumun veya milli toplumun değişimine sebep olan şeylerin neler olduğu konularında bilgi veren bir bilim dalıdır. Sosyoloji bu konuların dışında bana şu bilgileri de veriyor: Eğer bir insan toplumu ve bilimsel yasalarını tanırsa -tabiata müdahale etmesi ve tabiat yasalarını kendi lehine dönüştürebilmesi gibi- toplumun eseri olmasına rağmen sosyoloji vasıtasıyla ve sosyoloji bilimine ve sosyoloji biliminin kendisine verdiği ideallere dayanarak sosyal mücadeleler vesilesiyle, kendisine yüklenen toplumu ve toplumda kendisinin insani özelliklerinin oluşmasında etkili olan faktörleri değiştirebilir; istediği sosyal, siyasal ve hukuksal düzeni, sosyal ilişkiler sistemini, sınıflar ilişkiler düzenini toplumuna yerleştirebilir. Bu başarıyı elde eden birey, toplumun belirleyiciliğinden kurtulmuş demektir.”[6]
İtirazınızı duyar gibiyim: Doğrudur, bu tür bir başarıyı çok az birey elde edebilir. Fakat bu zindandan kurtulma meselesi sadece bu başarıya bağlı değildir ki. Kişi, toplumun ona “yüklediği” değerleri yeterince tanıyıp bilirse (Şeriati’ye göre bunun yolu Sosyoloji bilmekten geçiyor.) bu değerleri sorgulayabilir. Bu tür değerleri sorgulayan bir insana artık -Şeriati’nin de kitapta verdiği örneğe istinaden- şehirde yaşıyor diye şehirli, köyde yaşıyor diye köylü, Batı toplumlarından birinde yaşıyor diye Batılı diyemeyiz; nitekim o kişi tüm bu belirlenimlerden kurtulmaya çalışıyor ve ona yüklenilen değerlere daha üst noktalardan bakmaya çalışıyor.
Yani bu zindandan kurtuluş -Tarihin belirleyiciliğinde olduğu gibi- hem bireysel, hem de toplumsal ölçekte meydana gelebilir.
Kendi Belirleyiciliği
Bu son (dördüncü) zindan, ilk üç zindana göre anlaşılması daha zordur. Çünkü ilk üç zindan, öyle ya da böyle, varlığımız dışındaki olgularla ilişkiliydi. Tabiatın bizi sınırlandığını görebiliyorduk, tarihin bizi belirlediğini fark edebiliyorduk, toplumun bizi şekillendirdiğini hissedebiliyorduk… Fakat bu dördüncü zindan -tanımı gereği- kendi kendimizin zindanıdır, varlığımızla iç içedir. Peki nedir bu zindan?
Bu soruya Şeriati -özetle- şöyle cevap veriyor:
“Kendinin belirleyiciliği nedir? Bende bir güdü, bir dürtü veya şiddetli bir eğilim olduğu ve beni sahip olduğum kuvvetli arzu ve zevk sebebiyle ister istemez kendine doğru sürüklediği zaman -bencillik, cinsel güdü, güç hırsı, paracılık vs. gibi- burada ben dördüncü zindan veya belirleyiciliğin, yani kendi belirlenimimin esiriyim demektir.”[7]
Yani kendimizden farklı bir “benlik”, bizleri hapsediyor; arzularıyla, zevkleriyle, maddi ve manevi menfaatleriyle vs. Öyleyse bu zindandan -aslında kendimiz olmayan fakat içimizdeki farklı bir benliğin oluşturduğu bu zindandan- insan fedakarlık -hatta özel vurgulamasıyla “îsâr” kavramı ile- yaparak kurtulabilir, Şeriati’ye göre. Yani: Bu tür arzuları, zevkleri, maddi ve manevi menfaatleri başkası uğruna, bir ideal uğruna feda ettiği zaman. Fakat bu fedakarlık -yine Şeriati’ye göre- bir alışveriş gibi düşünülmemelidir; kastedilen şey “tamamen fedakarlıktır”. Şeriati burada İtalyan sosyolog ve ekonomist olan Pareto’nun üç olgu veya kategori tanımından yararlanıyor: Bir şey ya mantıklıdır, ya mantıksızdır; ya da mantık dışıdır. Şeriati de fedakarlığı “mantık dışı” olarak tanımlıyor ve onu akıl ve mantıkla değerlendirmenin mümkün olmayacağını belirtiyor; konferansının bir noktasında şunları söylüyor:
“Îsâr ve fedakarlık, öyle bir aşamada söz konusudur ki o aşamada kendi menfaat, maslahat, ihtiyaç ve güdülerimden hiçbirini önemsemiyor, onların hepsine başkaldırıyorum. Artık hiçbir şey kalmıyor! Bu aşamadır ki bireyin çıkarlarını feda etme temelinde beşeri topluluklar düzeni, topluluğun menfaatlerinin ciheti oluyor. Bu fedakarlık, bir aylık, hatta bir günlük veya yarım günlük maaş haklarından vazgeçmekten başlar, can vermeye kadar gider.”[8]
Peki “tam anlamıyla” bu son zindandan nasıl kurtulabiliriz? Bu kısımda ikinci konferansın sonu, yani kitabın da sonuna bakalım:
“Bu dördüncü zindanı bertaraf edip ondan kurtulmanın gereği, kendine karşı başkaldırmak ve iç duvarlarını yıkmaktır; insan, mecburen kendini yıkmak, yadsımak, dizginlemek, engellemek ve kendine isyan etmekle ancak özgürlüğünü elde edebilir. Bu iş, teknoloji ve bilimin uhdesinde değildir; bilim ve teknolojiyle insan tabiat cebrine egemen olur, tabiat cebrini mağlup eder, tabiatın ürünü olan insan, tabiata egemen olur. Tarih felsefesi, tarih bilimi, tarihsel bilgi vasıtasıyla tarihin ürünü olan insan, tarihsel süreçte muzaffer olur ve onu değiştirir. Toplumun belirleyiciliği de sosyoloji sayesinde toz duman olur, mağlup edilir ve insan kendi toplumuna egemen olan düzeni istediği şekilde değiştirir. Fakat söz konusu üç zindandan kurtulup özgürlüğü elde etmek için sadece ve sadece zorlayıcı/belirleyici etkenleri bilip tanımak gerekli olmasına karşın, dördüncü belirleyici için yalnızca onu tanımak ve bilmek kâfî değildir. Çünkü bu belirleyicinin etkenleri, bizatihi insanın kendisidir. İnsanın diğerleri uğruna kendisine karşı kendisini feda edip kurban edebilmesi için akli değerlendirme ve tanımadan, mantıklı yorumlama yapmaktan daha güçlü olmak gerekiyor. Bu, diğer güçlerden daha güçlü bir mantık dışı güç gerektiriyor; benim, kendimi, hatta kendimin kendisini istediğim gibi seçebilmem, hatta bu kendini öyle kendinin esiri ve seçici iradesi yapabilmem ve böylece kolayca imanım veya başkaları uğruna kurban edebilmem için bu mantık dışı güç gereklidir. Bu güç ise ‘din’dir.”[9]
Gördüğünüz gibi Şeriati, bu son zindandan (İslami yorumlamaya göre “nefs” zindanından) kurtulabilmenin yolunu, itki kuvvetini “din” olarak belirlemiş. Burada bazı eleştiriler gelebilir; Şeriati’nin bu düşüncesinin doğruluğunu ya da yanlışlığını yazmak için bir bu kadar daha yazmak gerekir. Dolayısıyla burayı pas geçerek bazı diğer olası söylemlere kısaca değinelim:
- Şöyle ki, aklınıza şöyle bir soru gelmiş olabilir (ben okurken gelmişti): Hiçbir eylem olabilir mi ki tamamen tek yönlü (karşılıksız) olsun? Bu soru üzerinde senelerdir duruyorum, esasen -bence- bu soruyu hakkıyla işlemek için yukarıda yazdığım gibi başka bir yazı gerekir, fakat kısaca değinmem gerekirse: Doğrudur, eylemlerin kahir ekseriyetini (kimilerine göre hepsini) incelediğimizde ve derine indiğimizde her eylem özünde bir karşılık barındırıyor gibi “gözükür”. Fakat bu durum böyle olsa dahi günlük hayatımıza etkisi çok az olur. Nitekim günlük hayatımız eylemleri incelerken kullandığımız “mikro ölçekli” bir olgu değildir. Her eylemde bir karşılık bulduk diyelim; ama günün sonunda şu aşikar bir durumdur: İki insan vardır: Birisi daha bencildir, diğeri daha fedakar. Yani Şeriati’nin varmak istediği nokta (bencillik-fedakarlık ayrımı) her ne kadar tüm hatlarıyla olmasa da, bence genel olarak doğrudur.
- Öte yandan, Pareto’nun bu sınıflandırmasını ve fedakarlığın “mantık dışı” bir olgu olarak görülmesini de eleştirebilirsiniz. Bu noktada “mantığı” iyi tanımlamak gerekiyor. Benim anladığım kadarıyla Şeriati “mantık” kelimesini Avrupa aydınlanmasının ve rasyonalizminin bir ürünü olan “mantık” olarak değerlendiriyor. Bu açıdan baktığımızda bence pek bir problem gözükmüyor (şayet farklı bir paradigmadan “mantığı” tanımlayacaksak o yeni tanım bu yazıyı -yine, maalesef ki- aşar).
Buraya kadar yazdıklarım (bilhassa “Tabiatın Belirleyiciliği” bölümünden itibaren olan kısım) gerek Şeriati’nin örnek ve ifadelerinden, gerek benim örnek ve ifadelerimden oluşuyordu. Üstelik metnin akışı da Şeriati’ninkiyle -haliyle- benzerlik gösterdi (ilk başta zindanın tanıtımı, ardından kurtulma yolu). Fakat buradan itibaren olan kısım -başlıktan da anladığınız üzere- geri kalan kısım gibi olmayacak…
İlk olarak şunu söylemem gerekiyor: Ben, karşıma çıkan “sınıflandırmalar” karşısında hayatımda hep şu tutumu sergilemeye çalışıyorum: Sınıflandırmanın “tam” bir sınıflandırma olup olmadığını kontrol etmek. Bu kontrol işlemi ise beni her seferinde -kaçınılmaz olarak- 2 temel soruya götürüyor:
- Bu sınıflandırmadan çıkarılacak bir madde var mı?
- Bu sınıflandırmaya eklenecek bir madde var mı?
Bu Sınıflandırmadan Çıkarılacak Bir Madde Var mı?
Bence yok. Tüm bu 4 zindan gayet güzel temellendirilmiş ve açıklanmış; üstelik hepsinden önemlisi gerçekten de hayatımızın içindeler. Şayet ki böylesine bir sınıflandırmayı “yapmanın” mantıksız olduğunu düşünüyorsanız:
Bu, soru kapsamımızın dışındadır. Nitekim böyle düşünülünce sınıflandırmanın bir ya da birkaç maddesi değil, tamamıyla kendisi çöker. Sınıflandırmanın gerekliliği de -yazının başında belirtildiği üzere- insan tanımından ve insanın “özgür” olması gerektiği temellendirmesinden kaynaklanmakta (Üzerinde yazı yazmamdan anlayacağınız gibi: Bana göre gayet de sağlam bir temeldir ve böyle bir sınıflandırmanın yapılması zaruridir.).
Peki ya…
Bu Sınıflandırmaya Eklenecek Bir Madde Var mı?
Tam bu noktada, bilhassa 21. Yüzyıl perspektifinden bakınca, eklenecek yeni bir madde, bir zindan olduğunu düşünüyorum. Ürettiğim bu yeni zindanın bahsedilen dört zindanla ilişkisi vardır, onlardan ayrı düşünülemez; doğrudur, nitekim bu durum, bahsedilen dört zindan için de geçerlidir. Bana göre beşinci zindan, dört zindandan farklı olarak değerlendirilebilecek, ayrı bir şekilde incelenmesi gereken, “beşinci zindan olmayı hak edecek boyutta niteliğe ve niceliğe sahip” bir zindandır. Peki oluşturduğum bu “beşinci zindan” nedir?
“Statüko Zindanı”dır.
Statüko Zindanı
Bu zindanı tanımlamaya ve önerdiğim kurtulma yoluna geçmeden önce, bu zindanın zihnimde nasıl geliştiğine bakmak sanıyorum ki daha doğru olur:
Ben az önce sorduğumuz soruyu düşündüğüm zamanlar (Bu sınıflandırmaya eklenecek bir madde var mı?) aklıma pek çok cevap gelirdi. Evet, başka zindanlar olduğunu hissediyordum ve bazılarını açıkça görüyordum; ama hiçbiri tek başına “beşinci zindan” olmayı hak edecek kadar temel bir zindan gibi gelmiyordu bana. Peki genel olarak düşündüklerim nelerdi?
Sosyal medya, Din, Yasalar, Alışkanlıklar, Gelenekler, Kurallar…
Beşinci zindanı aramaya çalıştığım o günlerde, bu seçeneklerin beni pek tatmin etmemesinden dolayı “Biraz daha bütünsel bir bakış açısıyla bakamaz mıyım?” diye düşündüm ve akabinde şunu fark ettim:
Yukarıda saydıklarımın hepsi, uzay-zamanda kapladığı yer tam olarak belli olmayan, yine uzay-zamandaki nicelikleri tam olarak ölçülemeyen, fakat bizim yine de “varlıklar” sahnesinde görmek istediğimiz ögelerden oluşuyordu (Ve esasen tarih boyunca öyle de görmeliydik zaten.). Bu ortak noktayı fark ettikten sonra aklıma uzay-zamanda yeri, konumu ve nicelikleri tam olarak ölçülebilen olgularla (herhangi bir madde, sandalye gibi) ölçüsü muğlak olan -belki de hiç olmayan- olgular arasında (yukarıda saydıklarımız gibi) bir ilişki kurmak geldi:
Birinci tür maddelerde Newton’un 1. hareket yasası gereği şöyle bir prensip bulunur: Bir madde, onun üzerinde kuvvet uygulanmadığı (bir değişiklik yapılmadığı) müddetçe hareketini veya hareketsizliğini koruma eğilimindedir. Yani sürtünmesiz bir ortamda hareket eden bir cisim sonsuza kadar gider, aynı şekilde hareket etmeyen bir cisim de sonsuza kadar hareketsizliğini korur.
İlginç ve inanılmazdır ki, ikinci tür varlıklarda da (uzay-zamandaki niceliklerini tam olarak ifade edememize rağmen) aynı prensip var gibi gözüküyor! Hiç inandırıcı gelmedi belki de; doğrudur, bu haliyle kulağa pek de mantıklı gelmiyor. Öyleyse ben de -tıpkı Şeriati gibi- bu tezimi temellendireyim:
Modern dünyada yaşıyoruz, içinde bulunduğumuz “değişim” furyası inanılmaz boyutlara geldi. Gerçekten de tarihsel süreçte ele aldığımızda eski çağlara nazaran gündelik hayatımız çok daha hızlı değişiyor; toplumsal değer yargılarımız, teknolojimiz, mesleklerimiz ve daha birçok unsurumuz da hakeza öyle. Genelde hep bu “değişim” furyasından bahsedildiği için (ki bence de bahsedilmesi gerekir) biz de hep “değişime” odaklanıyoruz; Bir süre sonra bu öyle bir hal alıyor ki sanki her şeyin ama her şeyin değiştiği ve bir hareket halinde olduğu “illüzyonuna” kapılıyoruz.
Halbuki değişmeyen olgular da çok fazla!
Yine ilginçtir ve inanılmazdır ki (hayattaki ne kadar çok durum bu sıfatlara uyuyor yahu!), “değişmemesi gereken” olguların pek çok kez değiştiğini, “değişmesi gereken” olguların da yine aynı şekilde pek çok zaman değişmediğini görmekteyiz, daha doğrusu “görememekteyiz”.
Çünkü “statükoyu” fark etmek, değişimi fark etmeye göre oldukça zor. Bu durum, hayatımızın neredeyse her noktasında böyledir. Günlük hayatımızda bile durum aynıdır: Gökyüzünde bir uçak geçerken gözlerimiz hep onu takip etme eğilimindedir mesela. Buna benzer sayısız örnek verilebilir.
Peki bu durumda “statüko zindanı” nasıl bir şey olur? (TDK’ye göre statükonun birinci anlamı: Süregelen düzenin korunması durumu, sürer durum.)
“Hayatımı etkileyen” bir şey: Sırf öyle alışılageldiği için, öyle kabul edildiği için ve öyle süregeldiği için değişime uğramıyorsa, daha doğrusu uğramama eğilimindeyse (yani bu “sırf öyle” durumlarını devam ettirme eğilimindeyse) buradan şu sonuç çıkar: İşte bu şey benim için bir zindandır.
Mesela yasaları (ve genel olarak hukuku) ele alalım ilk başta. Bu yasalar uzay-zamanda yer kaplamazlar (kaplarlarsa da nicelikleri çok muğlaktır). Fakat hayatımızı direkt etkilediği için ve herkes onlara uygun yaşadığı için hayatımızda pek önemli bir yer tutarlar, o yüzden onları “varlık” sahnesinde kabul ederiz. Ancak burada şöyle temel bir problem vardır: Bu yasaları oluşturanlar çoğunlukla insanlardır. İnsanlar da bol bol hata yapabiliyorlar. Fakat biz yasaları genelde sanki onlar mutlak doğruymuşcasına değiştirmeyiz (bize zarar verseler dahi); çünkü -genellikle- öyle alışılagelmiştir, öyle kabul edilmiştir; çünkü tam anlamıyla onlar “öyledir”.
Peki ya sosyal medyada durum nasıldır?
Sosyal Medya
Sosyal medya, vaktimizi oldukça çalan bir meret; sırf bu noktadan bakarsak bile bu oldukça büyük bir zindandır. Fakat sosyal medyanın “statükoya” bakan yönüne baktığımızda şunu görüyoruz:
İnsanlar olarak sosyal medyada bir kimlik oluşturuyoruz. Seneler boyunca pek çok paylaşım yapınca, genelde de aynı kişiler bizi takip edince ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: Bir noktadan sonra artık o oluşturduğumuz “sosyal medya kimliğine” aykırı bir şey paylaşmamaya başlıyoruz. Çünkü biz “o”yduk, insanlar bizi o yüzden takip ettiler, ediyorlardı. Eh, tüm bu “alışılagelmiş” süreci bozacak değiliz ya! Lütfen sosyal medyada takip ettiğimiz kişileri, bilhassa popüler olanları düşünelim (ve tabii kendimizi). Acaba yaratmış oldukları o “sosyal medya kimliğine” aykırı kaç paylaşım yapıyorlar? Ya da hiç yaptılar mı? Gerçekten de çoğu kez bu insanların herhangi bir durum karşısında nasıl tepkiler verecekleri, düşüncelerinin ne şekilde olacağını kestirmek çok kolay olmuyor mu? Belki de tam olarak paylaştıkları o düşüncelere sahip değiller, hatta onlara karşı bile olabilirler; fakat “süregelen” o “sosyal medya kimliği” bir süre sonra insanın “benliğinden” bile daha ağır basıyor, maalesef!
Din
Din, tarih ve toplum zindanlarında kendisini oldukça gösteren bir kavram. Fakat yine aynı din, sırf öyle alışılageldiği ve öyle kabul edildiği için değişime uğramıyorsa (üstelik diyelim ki uğraması veya tamamen değişmesi gerekiyor) ve insanların hayatlarını olumsuz etkiliyorsa: O halde din de statüko zindanının içinde yer alır.
Alışkanlıklar
“Alışkanlıklar” sözcüğünü “gelenekler”den ayırarak incelemeyi uygun gördüm, bu haliyle bu sözcüğümüz “bireysel” hayatımızda yer alan bir kavram. Peki alışkanlıklar nasıl birer zindana dönüşüyorlar?
Çünkü kelimenin kendi içinde bir “statüko” anlamı var zaten, bu alışkanlıklar genelde “durduk yere” devam ederler. Bazılarının “bağımlılık” yaptığı görülür, bunlar genelde bireye “zarar” da verir. Hal böyle olunca insan, alışkanlıkların içindeki “statüko”nun esaretine girer; ve kim bilir hayatı boyunca da çıkamaz…
Gelenekler ve Kurallar
Bunlar ise “alışkanlık” sözcüğünün “toplumsal” ölçekteki versiyonlarıdır (toplum zindanıyla da oldukça ilişkili). Toplumun uzun süreli gelenekleri, koydukları kurallar ve kabul ettikleri “sözlü yasalar” genel olarak devam eder durur. A toplumunda 25 yaşın üstünde evlenmenin hoş, 25 yaşın altında evlenmenin ise yakışıksız kaçtığını farz edelim. Bu toplumdaki bir genç -25 yaşın altında evlenmek istiyor olsun- hayatını etkileyen böylesine önemli bir kararda açıkca “statüko zindanının” esaretine girmiş değil midir? A toplumunun çoğu bireyi belki de bu “sözlü yasayı” sırf öyle süregeldiği için kabul etmektedir. Sadece bununla da sınırlı değil, bu A toplumunda şu tür genel geçer kurallar da bulunabilir ve bunlar da toplumun bireylerini direkt etkileyen türdendir:
- “İyi bir lise – iyi bir üniversite – iyi bir iş – iyi bir aile – iyi bir emeklilik – iyi bir ölüm” döngüsünün hep dikte edilmesi.
- “Mühendis ya da doktor ol!” sözünün hep söylenmesi.
- “Şu hayatta torpilin olacak!” kaidesinin toplumda yerleşmesi. (“torpil” sözcüğünün “bazı kesimlerdeki” karşılığı için: bkz. “referans”)
Gördüğünüz gibi bu maddelerin bazısı oldukça ahlaksız, bazısı oldukça saçma, bazısı da oldukça “zindandır”. Üstelik bu maddelere sayısız yeni madde de eklenebilir. Böyle bir durumda A toplumunun gelenekleri ve kuralları, sırf öyle alışılageldikleri ve öyle kabul edildikleri için (sorgulanmaksızın), A toplumunun bireyleri için hayatlarını oldukça etkileyen birer zindana dönüşebilirler; nitekim statüko zindanı burada da “sinsi” bir şekilde bulunmaktadır.
Daha Birçok Şey Eklenebilir…
Şöyle bir düşünecek olursak gerçekten de hayatımızdaki pek çok şeyin bir “statüko” olduğunu ve onlar üzerinde bir kuvvet uygulamadıkça “statükonun” devam ettiğini görüp (tıpkı Newton’un yasasındaki gibi), onların nasıl bir zindan olduklarını fark edebiliriz. Geri kalanını sizin düşünce ve kişisel dünyanıza bırakıyorum, herkesin “statüko zindanı”nın bir yönünü hayatında göreceğinden neredeyse eminim.
Fark ettiğiniz gibi ilk 4 zindandan kurtulma yolları bulunuyordu. Bizim statüko zindanından kurtuluş yolumuz nasıldır peki?
Kurtuluş
Ben bu noktada birden fazla çözüm buldum.
Bilinçli Olmak
Her zindanda olduğu gibi, bu zindan için de kurtuluşun ön şartı zindan hakkında bilinç sahibi olmaktan geçer. Yani hayatımızın akışında “statüko zindanını” ne kadar çok fark edersek o kadar çok bilinçli olacağız demektir. Düşmanını yenmeden önce onu tanıma gibi bir durumdur bu.
Aktif Bir Zihin
Kelimenin tam anlamıyla “aktif” bir zihni kastediyorum: Sorgulayıcı, düşünen, durağan olmayan, yaratıcı… Tüm bu esaslar zihnimizde ne kadar çok olursa; hiç şüphesiz ki sorgulanmayan, üzerinde düşünülmeyen, durağan olan ve yaratıcılık yönü bulunmayan “statüko zindanlarını” o derece alt ederiz.
Sorgulamak, düşünmek, durağan olmamak… Bunları açıklamaya lüzum yok.
Yaratıcı olma konusunda ise pek çok eylem yapılabilir. Korelasyon bulunmayan iki şey arasında yeni bir ilişki ortaya konduğumuz an yaratma eylemini gerçekleştirdik demektir. Bu eylem bilimde, düşünce dünyasında, sanatta ve daha birçok alanda kendisini gösterebilir. Bu da: Tüm bu alanlardan bir ya da birkaç tanesiyle ilgili uğraşlarımız sayesinde gitgide daha “aktif” bir zihne sahip olup, böylelikle de statüko zindanının esaretinden gitgide daha çok kurtuluruz demektir.[10]
Öyleyse…
Öyleyse tüm bu anlattıklarımıza bakınca şunu fark ediyoruz: Statüko Zindanından kurtuluşun yolu, genel olarak en baştaki “insan” tanımını kaspıyor: Bilinçli, seçen ve yaratan insan. Bu, belki bir mantık hatası olarak -bilhassa “Circular Reasoning” olarak- görülebilir, fakat burada bir mantık hatası yoktur. Madde madde yazarak daha kolay fark edelim:
- İnsan özgür olmalıdır. Bunun da yolu bilinçli, seçen ve yaratan olmaktan geçer. Fakat böyle olmasını “engelleyen” çeşitli zindanlar vardır. (Bu maddedeki ilk ve ikinci cümle yer değiştirebilir.)
- Bu zindanlardan bir tanesi statüko zindanıdır.
- Öyleyse statüko zindanının etkilerini de “engellemek” adına birinci maddedeki “insan sıfatlarına” uygun olmaya çalışmalıyız.
Fark ettiğiniz gibi: Statüko zindandan kurtuluş yolu çok genel bir yolmuş gözüküyor. Haklısınız. Özel örneklerle ve özel yollarla yazıyı uzatmaktan ziyade genel bir çözüm yolu önermeyi daha uygun gördüm. Zaten ben çözüm önerilerinin ayrıntılı olarak anlaşılmasından ziyade zindanın kendisinin anlaşılmasını daha çok önemsedim. Bu kısımdan sonra herkes bu genel çözüm yolundan kendisine bazı paylar çıkaracaktır, diye ümit ediyorum.
Sağlıcakla kalın.
Okuyucuya Not
Kısa tutmak istememe rağmen epey uzun bir yazı oldu (mazur görünüz), ve böyle olmasına rağmen kitaba hala haksızlık yaptığımı düşünüyorum. Gerçekten de kitaptan çok daha fazla alıntılar yapılabilirdi, hepsi de çok güzeldi. Sonuç olarak: İnsanın Dört Zindanı kitabını okumanızı kesinlikle öneriyorum, kendisi küçük, muhtevası büyük bir kitap. Belki şaşıracaksınız ama: Tüm bu dört zindan, birçok değinilmesi gereken konu, birçok sorgulama ve birçok felsefecilere karşı yapılan atıflar (bu yazıda hiç bahsedilmeyenler)… Tüm bunların hepsi kitapta var ve kitap 93 sayfa.
Bir de: Bu yazıdaki görüşlere itirazlarınız varsa yorumlarda belirtiniz lütfen.
Kaynakça
Şeriati, Ali. İnsanın Dört Zindanı. Ankara: Fecr Yayınları, 2018
Dipnotlar
[1] Şeriati’nin hayatı hakkında temel seviyede bilgi için: https://islamansiklopedisi.org.tr/seriati-ali
[2] Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı (Ankara: Fecr Yayınları, 2018), s. 21.
[3] A.g.e s. 73.
[4] A.g.e s. 83.
[5] Bu sene okulum Haydarpaşa Lisesi’nde Okuma Kulübü kurdum. Okuma Kulübümüzde birbirinden bağımsız oturumlarla pek çok konu üzerinde fikir yürütüyoruz. Yazıda bahsettiğim soru “Özgür İrade Var mıdır? Karar Verme Mekanizmamız Nasıl İşliyor?” adlı oturumumuzun başvuru formunda soruldu. İlk dönem 3 oturum yaptık, ikinci dönem oturumlarımızın sayısını arttırmayı düşünüyoruz.
Oturumlarımız hakkında detaylı bilgi ve çalışmalarımızı takip etmek için:
https://www.instagram.com/haydarpasaokumakulubu/
http://hpal.meb.k12.tr/icerikler/okuma-kulubu_5490308.html
[6] A.g.e s. 84-85.
[7] A.g.e s. 87.
[8] A.g.e s. 88.
[9] A.g.e s. 93.
[10] Fakat dikkat ettiyseniz “üretim” demedim, “yaratıcılık” dedim. Gerçi doğrudur, bu iki kavram genellikle birbiriyle çakışır, bir yerde birisi varsa diğeri de genelde olur; ancak tam olarak üzerinde durmamız gereken nokta “yaratıcılık” olsa gerek…
Paylaş
Yazar hakkında
Yaklaşık 2 senedir Defter Arkası'nda yazılar yazıyorum. Genellikle deneme ve öykü yazarım; fakat ara sıra bilimsel yazılar da yazıyorum. Bir süredir sosyal bilimler üzerine yoğunlaştığımdan dolayı, yazılarım da bu doğrultuda olmaya başladı. Eğitimime Haydarpaşa Lisesi'nde devam ediyorum.
Öncelikle aydınlatan bu yazın için teşekkür ederim:)
Tabiat bir ‘zindan’ olarak görülebilir, bu zindandan kurtulma yolları da olabilir. Ancak yazıda pek değinilmeyen Kendi Belirleyiciği kısmında hafiften olan biyoloji ‘zindanı’ (buna sınır demeyi tercih ederim) ndan kurtulma yolu yoktur.
Kendi Belirleyiciliği bölümündeki ‘benlik’ tanımını hatalı buluyorum. Arzularımız, zevklerimiz, cinsellik güdümüz… ile ‘beniz’ bunları ayrıştırıp ayrı bir ‘benlik’ oluşturmak hatalı olur düşüncesindeyim.
Gene aynı bölümde bulunan fedakarlığın mantık dışı olarak kabul edilmesine katılmıyorum. Bir annenin çocuğunu beslemesi, büyütmesi onun için nice zahmetlere girmesiyle ona bir karşılık verilmez. O halde bu davranış mantıksızdır anlayışı çıkar. Ancak doğa böyle işlemez. Evrim, canlılık, doğa… bencil düşünceden öte kolektif faydayı gözetir. Ve anne zahmete katlanır çocuğun bakımını üstlenir. Bu habitat perspektifinden uygun bir davranıştır.
Fikrimi desteklemek adına bir deney paylaşmak isterim; deneklere para içeren basit bir oyun oynatıyorlar. Bu oyunu düşünmeden hızlı bir şekilde oynanması isteniyor. Denekler parayı birbirleriyle paylaşmaya meylediyorlar. Bu birey için mantıksız bir davranış fakat kolektif yapı için ideal bir davranış.
Nefs zindanından kurtulmanın tek yolu din olduğu düşüncesinde değilim. Muhafazakar olmayan hatta dini inancın oransal olarak çok düşük olan İskandinav ülkelerindeki insanlar bizden daha çok mu nefslerine aldanırlar? Sanmıyorum. Ki zaten suç oranlarında da oldukça düşükler.
Tekrar teşekkür ediyor, kalemini beğendiğimi belirtmek istiyorum☺️
Öncelikle değerli yorumların için çok teşekkür ediyorum Ahmet 🙂
Ben şahsen Şeriati’nin düşüncesine daha yakınım “Kendi Belirleyiciliği” kısmında. Genel olarak iki görüş sunuluyor burada, bir tanesi senin dediğin gibi. Bence insan “güdülerini” bir kenara atmak isterken güdüleri ona izin vermezse, bu apaçık bir zindan haline dönüşür. Tabii, insanın hayata bakış açısıyla çok ilgili bu iki görüş. Şeriati din perspektifinden baktığı için öyle düşünmesi gayet doğal, diye düşünüyorum.
Ama dediğim gibi: Bence kendimizi olduğu gibi kabullenmemiz çok doğru bir şey değil.
Mantık dışı, mantıksız demek değil ki? Ya da sen direkt mantıklı olduğunu düşündüğün için mi öyle dedin orada, tam anlayamadım doğrusu 🙁
Deney ilgimi çekti doğrusu, araştıracağım; teşekkürler.
Suç oranlarının dağılımına pek bakmadım doğrusu ama benim de duyduğuma göre o tür ülkelerde daha düşük. Burada “nefs”i nasıl tanımladığımız ve ölçtüğümüz çok önemli bence. Öte yandan, suç oranları tek başına pek bir anlam ifade etmiyor benim için doğrusu. Necessary but not sufficient 🙂
“Nefs zindanından kurtulmanın tek yolu dindir” görüşüne ben katılıyor muyum peki? Açıklamam çok uzun süreceğinden, görüşümü paylaşmak istemiyorum 🙂
Sana iyi günler diliyorum dostum, sağlıcakla kal!
İnanılan din Hakk’tansa dinin bilim ile çelişmemesi şart. Bu durumda güdülere biyoloji perspektifiyle baktığımızda güdülerin her ne amaçla olursa olsun bastırılması psikolojik sorunlar açıyor. Örneğin cinsel güdülerini baskılayan toplumlarda -İslam’ın yaygın olduğu toplumlar daha fazla görülüyor- tecavüz vakaları çok daha fazla. Thomson Reuters Vakfı’nın verilerine göre en çok cinsel tacizin yaşandığı ülkeler; 1- Hindistan
2- Afganistan
3- Suriye
4- Somali
5- Suudi Arabistan
6- Pakistan
7- Demokratik Kongo Cumhuriyeti
8- Yemen
9- Nijerya
10- ABD
ne kadar ilginç gibi gözüküyor değil mi? Ama vaziyet bu şekilde.
Velhasılı bir kenara atılmaya çalışılan güdü ters tepiyor.
Sevgiler dostum 🙂
İlk olarak, bu liste Thomson Reuters Vakfı’nın “Kadınlar için dünyadaki en tehlikeli 10 ülke” listesine ait, listede cinsel suçlarla ilgili ayrı bir sıralama var, senin attığına oldukça benziyor ama tam aynısı değil. İki liste de benzediğinden dolayı bunu bir problem olarak görmeyelim tabii ki; ha öyle ha böyle, aynı kapıya çıkıyor.
Öte yandan, yazıda Şeriati insanın kendi içinden, kendi düşüncesinden ve özgürleşmesi için kendi benliğinden fışkıracak bir “bastırmadan” ya da “başkaldırmadan” bahsediyor. Bu listedeki insanlar acaba Şeriati’nin dedikleri gibi, bireysel açıdan mı bu güdülere başkaldırmışlar da başarısız olmuşlar; yoksa toplumda mı bu hoş karşılanmamış, yani kendileri istememesine rağmen baskılanmışlar ve sonuç yukarıdaki gibi olmuş? Bence ikincisi.
İnsan zaten böyle bir yola koyuldu mu (Şeriati’nin bahsettiği), bunun pek de büyük bir problem olacağını düşünmüyorum doğrusu. Kimse zorlamamasına rağmen kendi kendine başkaldıran insanın kimseye zararı dokunmaz bence kolay kolay 🙂
Biyolojimize tamamen başkaldırabilir miyiz peki? Bence elbette ki hayır. Fakat bizim düşüncelerimize aykırı olan güdülerimize; veya yanlış bulduğumuz güdülerimize, veya bizi kısıtladığını, zindana soktuğunu düşündüğümüz güdülerimize başkaldırabiliriz. Tamamen olmasa da, bir kısmına, bir noktaya kadar.
Bu arada: Hak din bilime uygun olmalı, buna katılıyorum. Belki tamamen uygun olmak zorunda olmasa da, bence en azından çoğunlukla uygun olmalı.
Sana da sevgiler ve selamlar dostum 🙂
Derin bir mevzu. Haklı olduğun kısımlar olabilir, benim de olabilir. Mevzunun siyah-beyaz olmayışı, grilerde oluşunda diye tahmin ediyorum. WhatsApp’ta yazıştığımız gibi bir ara buluşup bu konuyu tartışalım.
Ama son yazığına kesinlikle katılmıyorum. Eğer din Tanrı’dansa bilimle tamamen uzlaşmak zorunda. Ki bilim de bir Tanrı ürünü:)
Sevgiler☺️
Bu yazını biraz uzunca olmasına rağmen merak ve zevkle okudum. Konu ettiğin kişi ve tezinin hala güncelliğini koruduğunu açıklayıcı örnekler ile ortaya koymuşsun. Kişinin kendi belirleyiciliğini geliştirmesi ve kendi zindanından kurtulması yaşamı süresince uzun ve zorlu, kişiye göre belki hiç bir zaman sona eremeyecek bir süreç. Burada felsefi yoruma girmek istemiyorum ama seni bu sürece ciddî olarak kafa yoran genç bir arkadaşım olarak tebrik ediyorum. Başarılarının devamı dileğiyle.
Değerli yorumlarınız için çok teşekkür ediyorum sizlere Selva Hanım!
Evet, dediğiniz gibi belki de hiçbir zaman sona eremeyecek bir süreçten bahsediyoruz (hiçbir zaman sona eremeyecek olması çok güzel bir şey olabilir ya, neyse; o da başka bir yazıya kalsın), beni bu sürece ciddi olarak kafa yoran “genç bir arkadaşınız” olarak tanımlamanız ise beni en çok mutlu eden ifadelerden birisiydi şüphesiz 🙂
Sağlıcakla kalın!
Bu yazıyı okuduktan sonra zihnimde canlanan şey, merhum Şeriati’nin tanımladığı dört zindanın içerisinden kendi değerlendirmelerinle kurtulabildiğini düşündüm. Ayrıca bu minval de Şeriati’nin tanımladığı dördüncü zindandan kendi zindanını oluşturan biri çıkıyorsa eğer; Şeriati’nin tanımladığı dört zindanın dördüncüsü senin için düşer ve tanımladığın ‘Statüko Zindanı’ senin dördüncü zindanın olmuş olur. Yani bir zindandan kurtulmak öbür zindanının oluşumuna taban oluştururken aynı zaman da onu alt etmek için bir araç konumuna gelir. Sonuç olarak her birey dolaylı yollarla kendi zindanını oluşturmalı ve o zindandan kendi çıkarımlarıyla kurtulmalıdır.Böylece Ali Şeriati’nin dördüncü zindanı, hepimizin dördüncü zindanını oluşturmasına ve sorgulayan bir varlık olarak o zindandan kurtulmamıza yardımcı olur.Bu minval de yazının derinliği noktasında seni tebrik ediyorum. Öte yandan ‘senin dördüncü zindanının’ belirli noktalarında hemfikir olduğum ve eleştirel yolla değerlendirmelerini birleştirmek istediğim çeşitli noktalar var:
1- “Statükoyu fark etmek,değişimi fark etmeye göre oldukça zordur.” cümlesini olgusal anlam da gerçekliği tartışılmayacak şekilde doğru buluyorum(Newton’un yasasında açıkladığın gibi). Buna ek olarak eylemsizlik kuvveti örnek teşkil edilebilir. Yani her cisim durağan halini (statüko) korumak ister ki bunu fark etmek bu yüzden çok zordur. Oysa hareket halindekini takip etmek daha kolaydır. Esas olan görünmeyen ama hayatın için de olan durağanlıkları fark etmektir.
2- “Din,sırf öyle alışılageldiği için değişime uğramıyorsa o da statüko zindanı içerisinde yer alır.” Bu cümle de kast ettiğin şey gelenek haline gelmiş din ise (benim anlam yüklediğim tek şey o oldu çünkü) tanımı kendi açımdan doğru kabul etmek mümkün. Çünkü her Kur’an ayeti nüzul olduğu zaman ki hükmünü taşımıyor(örnek olarak cihat kavramı gibi). Dinin değişimi bu bağlam da değerlendirilebilir diye düşünüyorum(bu cümle de anlayamadığım ya da değerlendirmemin yanlış olduğunu belirtmek istiyorsanız çok memnun olurum). Bu bağlamda Statüko Zindanı içerisin de ayırdığın şu iki başlığın(Din ile Gelenekler ve Kurallar) tek bağlam da toplanması bana daha mantıklı geldi.
Kurtuluş noktasındaki çözümlemelerin de dikkatimi en çok çeken ve beğendiğim şey şu oldu:
“Statüko zindanını ne kadar çok fark edersek o kadar bilinçli olacağız.Düşmanını yenmeden önce onu tanımak gibi.” İkinci cümlen bana Ali Şeriati’nin şu sözünü hatırlattı: “Batıyı yenmeden önce batıyı iyi tanımak gerekir.” Belki bu cümleyi daha önceden biliyordun belki de bilmiyordun ama önemli olan Şeriati düşüncesine ulaşma yolundaki başarın bu yazında da açıkça belli oluyor. Böylelikle bu yazıya ulaşmış olan ben, sayende kendi zindanını bulma ve onunla mücadele edip kurtulma yolundaki başarının bana ilham kaynağı olduğunu ve her insanın kendi zindanını bulup ondan kurtulması yolundaki çabasına senin referansın ile ulaşmasını diliyorum ve başarılarının devamını diliyorum. 🙂