
Dış Kısım
- Enes Kerim Şafak
- gönderildi ÖyküYaşam
- 20
Dolmabahçe’de karşı karşıya oturmaktaydılar…
— Sahi ya, ne olacak bu toplumun hali?
— Bilemiyorum… Bu soruyu sormaktan sıkıldım doğrusu. Hatta bence artık şunu tartışmalıyız: Gerçekten de toplumun halini düşünmemize gerek var mı?
— Hımmm… Nasıl yani?! Yok mu diyorsun?
— Yani… Biz kendi hayatımızı ne kadar düzene soktuk ki, toplumun derdine düştük?
— …
— …
Muhabbet devam ederken, karşılıklı ikna çabası içerisinde tam da sırasını karşısındakine devredip onu oldukça ciddi bir tavırla dinlediği noktada genç, birden kendini daha fazla tutamayarak düşünmeye başladı: Şu yaptığımız iş ne kadar da saçma! Daha neyi tartıştığımızı bile tam bilmeden -çünkü muhabbetin rüzgarı bizi istediği tarafa uçuruyor- birbirimizi ikna etmeye çalışıyoruz! Ya da yok, bundan çok daha büyük sorunlar var… Mesela ne kadar sıkıcı şeylerden konuşuyoruz yahu! Ne kadar da sıradan şeyler; hep bir dert, hep bir çözüm; sonra başka bir dert, başka bir çözüm, ve sonra…
— Sahi ya, ne olacak bu bizim işlerin hali?
— Bilemiyorum… Bu soruyu sormaktan sıkıldım doğrusu. Hatta bence artık şunu tartışmalıyız: Gerçekten de işlerin halini düşünmemize gerek var mı?
— Hımmm… Nasıl yani?! Yok mu diyorsun?
— Yani… İşler güzel olduğu zamanlarda hayat çok mu güzel oldu ki, işlerin derdine düştük?
— …
— …
Yine bitmek bilmeyen bir tartışma, “sen haksızsın ben haklıyım” gösterisi, saçma sapan bir zihin egzersizi…
Ardından dehşete uğradı: Aman Allahım! Hayatımın ne kadarını kaplamıştı bu “tartışmalar”, kime ne faydası olmuştu bu “gösterilerin”, insanların zihinlerini dinç mi tutmuştu bu “egzersizler”? Bu soruların hepsi mi olumsuzdu, yoksa bir umut var mıydı?
— …
— …
Diyelim ki cevapların hepsi olumsuz, ne işime yarayacaktı bu? Ben değişecek miydim sanki; diyelim ki değiştim, başkalarını etkileyebilecek miydim; diyelim ki etkiledim, acaba gerçekten değişecekler miydi?… Onları etkilemek için yine tartışmalara girmeyecek miydim sanki? Sonra en baştan; hep bir dert, hep bir çözüm; sonra başka bir dert, başka bir çözüm, ve sonra…
— Beklenilen İstanbul depremi hakkında yeni gelişmeler varmış, bilim insanları yeni şeyler öngörmüş… Duydun mu?
— Aaa, duymadım. Neymiş peki onlar?
Genç, arka masadan duyduğu bu laflarla kendi iç dünyasını bırakıp dikkatini tamamen arka masaya verdi, gözleri hafif sağa kaydı; uzaktan bakılınca boğazı izlediği zannedilirdi ama o, arka masayı daha dikkatli takip etmek için gözlerini uzaklara götürdü…
Ah, deprem! Sahi ya, bu deprem işine de ne olmuştu? Hep bir “yaygaradır” gidiyor; yok deprem olacakmış, yok bilmem nereler yıkılacakmış, şöyle yapmak güvenliymiş, böyle yapmamak lazımmış… Uzun süre depremi bekleyip de gelmediğini görünce, ben de bu konudan tamamen uzaklaştım ve ilgimi kaybettim, ne yapayım? En son araştırdığımd…
BIIRRRRRRRR…
Bütün İstanbul’u titreten o uğultu başladığı an genç, masadakileri dökerek yerinden fırladı…
BIIRRRRRRRR…
Genç yaşadığı dehşeti iliklerine kadar hissederek koşmaya başladı; fakat nereye koştuğunu biliyor muydu?
BIIRRRRRRRR…
İnsanlar oradan oraya koşuşturuyor; çığlıklar ve yaygaralar (!) her yeri sardı…
BIIRRRRRRRR…
Nereye koştuğunu anladı, arkasından gelen dalgalardan kaçıyordu! Bu sırada ağaçlar da yapraklarını dökmeye ve çatırdamaya başladı…
BIIRRRRRRRRRRRRRRRRRRR…RRRr.
Etrafı büyük bir toz bulutu kapladı, bir dakika önce gayet sakin olan Dolmabahçe, büyük bir hengameye dönmüştü artık. Genç ise dengesini daha fazla koruyamadı, etrafındaki tüm tozların içinde, onlarca koşuşan insanın arasında, yere yığıldı. Yere yığılanlardan sadece bir tanesiydi o; evet, bayılmıştı.
O gün neler olmadı ki! Binaların altında ezilen insanlar, kopan feryatlar, kan kokusu, dehşet bir ortam… Sayısı bilinemeyecek kadar kişi hayatını kaybetti; pek çok kişi ağır yaralandı, çok fazla insan “delirdi”; balkonunda çay içerken, balkonun yıkılmasıyla beraber bir anda kendini sokakta yere düşmüş vaziyette bulan insanlar, çok saçma şeyler söylemeye, çığlıklar atmaya ve koşuşturmaya başlamıştı; peki ya o an balkonda olmayan insanlara ne oldu? Evlerinde depreme yakalanan milyonlarca insan; duvarların “gacur gucur” sesler çıkartmasını, evlerinin “zangır zangır” titremesini “gördüler” ve “hayatlarındaki en çaresiz anı” yaşadılar; kimisi son anda kendini kurtarabildi, kimisi kurtarılmayı bekledi, kimisi de… Sahi ya, ne olmuştu gencin karşısındaki adama?
Bilinmeyen saatlerden sonra genç, gözlerini açtığında kendisini hastanenin tavanına bakarken buldu.
Hımmm… Neler oluyor? Trafik kazasında arabamdaki aileme… Yok, hayır! O 14 yaşımda olmamış mıydı?! Şimdi ne olmuştu… Aman Allahım! Annem, babam, kardeşlerim, en sevdiğim arkadaşım, akrabalarım, dostlarım… Ne oldu onlara? Neredeydiler? Onları nasıl bulacağım? Peki ya bana ne oldu; neden buradayım? Neden tüm bunlar yaşandı…
Genç uzunca bir süre boyunca için için ağlamaya başladı. Ağladı, durdu, ağladı, durdu; ve tekrar ağlamaya başladı…
…Neden tüm bunlar yaşandı? Neden insanları dinlememiştik?
Yine bir duraklama anında, aklına o “mühim soru” geldi.
…Arka masada oturan insanlar, onlar biliyorlar mıydı acaba depremin geleceğini? Peki, benim “depremi düşündüğüm anda”, ama tam “o anda”, yıllardır beklenen depremin tüm şiddetiyle başlamasına ne demeli? Sahi ya, bu, kaderin bize oynadığı acı bir cilve miydi; yoksa depremler, hep onları birimiz düşünürken mi çıkagelirlerdi?
– Enes –
***
Dış Kısım
Çekmeceden çıkarmış olduğum bu tozlu kağıtları okumayı bitirince, yüzüme büsbütün garip bir ifade yayıldı. Bu yazıyı yazdığım zamanı “iyi hatırlarım”, “gençlik” ve “toy” zamanlarımdı… Beklenilen bir İstanbul depremi vardı; fakat insanlar çok acayip bir şekilde gereken önlemleri almıyorlardı… Ve hatta tam tersine, mevcut durumu daha da kötüye götüren işler yaptı insanlar… Çıldırmamak mümkün müydü! Ben de insanlara bir ihtar niyetinde, beklenilen depremi tüm dehşetiyle fakat yine tüm “gerçekçiliğiyle” yazmak istedim… Bir öykü ile anlatmalıydım bunu. Fakat basit bir öykü olmamalıydı elbette. O yüzden ben de, Dolmabahçe’deki “o gence” -ki kendisi beni bilmez- ithafen “yazacağım” öykünün kurgusunun çok acayip olmasına karar verdim; uzun uğraşlar sonucunda ise, o “acayipliği” nihayet bulmuştum…
İç ve dış kısımdan oluşacaktı öykü; her iki kısmın da hem “birbirine”, hem de “gerçekliğe” bakan pek çok yönü bulunacaktı. Böylelikle iç ve dış kısımlar adeta sarmal bir yapıda olacaktı…
Ama bunlarla sınırlı değil… Öykü o kadar ilginç olmalıydı ki, metnin birçok kısmı -alın size yeni bir kısım, iç ve dış değil; “kısım olan kısım”- tamamen başka eleştiriler içermeliydi (bazıları apaçık belli, bazıları ise “apaçık belli değil”)! Uzun lafın kısası: Hep bir dert, hep bir çözüm; sonra başka bir dert, başka bir çözüm, ve sonra…
“Ama önce”, siz değerli okurlardan işitir gibi olduğum seslere dönelim:
“Evet Enes, ilginç bir öykü yazmışsın, anladık. İç kısımlar, dış kısımlar, kısım olan kısımlar, birbirine bakan kısımlar, gerçekliğe bakan kısımlar (hatta şuraya bak, ben bile içindeymişim yahu!)… Fakat madem ki çekmecedeki tozlu kağıttan okudun, madem ki bu kadar soğukkanlı yaklaşıyorsun olaya; demek ki geçmişte kaldı tüm bu olaylar… O zaman söylesene bre adam, deprem ne zaman oldu?!”
Sene iki bin bilmem kaç(tı)!
Paylaş
Yazar hakkında
Yaklaşık 2 senedir Defter Arkası'nda yazılar yazıyorum. Genellikle deneme ve öykü yazarım; fakat ara sıra bilimsel yazılar da yazıyorum. Bir süredir sosyal bilimler üzerine yoğunlaştığımdan dolayı, yazılarım da bu doğrultuda olmaya başladı. Eğitimime Haydarpaşa Lisesi'nde devam ediyorum.