
Gecenin karanlığını anladığında, güneşi beklemektense ona doğru koşmaya başladı…
Yolu yarıladığında diz çöktü. Yanı üstü düştü. Kalbine yakın omuzu üstteydi. Yol, sanki karanlık ve ışığının görünmez ağırlığıyla onu zorluyordu.
Kalbinin daha da hızlanarak çalışması ve her iniş-çıkışın baskısının doğurduğu gerilimle şahdamarından gelen bir çatlağa yol açmıştı. Yol açmak…
Alından süzülen ince kanın baştan aşağı inerken ikiye ayırdığı beden, çatlayışı bitirdi. Vücut bölündü.
Ayrılık vaktidir. Dayanan taraf devam etti, ışığa ve hedeflenmiş sözüne.
Diğeri ise topukları üstü geri döndü, geldiği ve bir vakit önce ayrıldığı yere.
Işığa giden yaklaştığını hissediyordu. Işık büyüyordu evet. Ama her yer halen karanlık ve her tuzak halen tehlikeli. Düşmeler, sancılarıyla geliyor, karar anı, çatlayış ve yine yeni bir ayrılık. Adeta ufala ufala ışığa ilerliyordu. Belki onu ışık eritiyordu. Belki de yol elenmesi gerekenleri eliyordu.
Dönenlerse tek adımda ulaşıyorlardı, karanlığa. Dönüş böyledir. Ama her zaman onlar parçasıdır, ayrılanıdır, eksikli olanıdır; gidenin. Yolun her aşamasında gelen parçalar karanlığa gelince fark ettiler ki, meğer karanlık kendilerindenmiş.
Kendileriymiş.
Işık yolculuğu bitti mi, yolcu eridi mi, fark etti ki ışık kendisiydi artık. Yol denen sade bir kalaylama, bir eleme, parlatma, yanma süreciydi.
Ve vardı yolun sonuna; ve başına; ve sonuna; ve başına…