İkinci Dünya Savaşı
- Enes Kerim Şafak
- gönderildi EğitimKültür
- 14
İkinci Dünya savaşı öncesi genel durum:
İkinci dünya savaşı öncesinde savaşın sinyalleri çokça görülmekteydi. Gelin, herkes tarafından savaşın genel suçlusu sayılan Adolf Hitler’e yakından bakalım. Bakalım ki böyle büyük bir savaşı başlatma cesaretini nasıl bulmuş.
1933’de Führer olan Hitler’in kafasında çok büyük bir alman imparatorluğu kurmak vardı. Bundan 1923 yılında yazdığı Mein Kampf (Kavgam) adlı kitabında da çokça bahsetmiştir. Bakınız kendi kitabından bir alıntı:
“…Alman orijinli Avusturya devleti doğal olarak yeniden büyük Alman yurduyla birleşmelidir. Bu birleşme, iktisadi bakımdan önemsiz, hatta zararlı bile olsa gerçekleşmelidir. Çünkü, aynı kanı taşıyan Alman halkı, tek bir imparatorluğa aittir. Alman devleti, kendi insanlarını bir tek devlet altında bir araya getirmedikçe, yayılmacı bir siyaset uygulama hakkına sahip olamaz. Reich’in sınırları bütün Almanları içine aldığı zaman eğer insanların layık olduğu şekilde yaşamasını sağlayamazsa saban yerini kılıca bırakacaktır ve geleceğin yeni dünyasını savaşın gözyaşları kuracaktır…” Burada açıkca görülüyor ki 1923’de ki hapishane hayatından beri hitlerin ideolojisi bellidir. Peki hitlerin ideolojisi nasıl şekillendi?
Hitler’in babası zorluklarla memur olmuş bir adamdı. Kendisinin de memur olmasını istiyordu ama Hitler ressam olmayı istiyordu. Babasıyla bu konuda çoğu zaman tartışma yaşarlardı. Hatta ilk defa 11 yaşında babasına karşı çıkmıştır. Üstelik tarih derslerine çok ilgiliydi ve tarihi öğrenirken millliyetçi olduğunu söylemiştir. Ona göre tarih öğrenmek çok yanlış anlaşılıyordu. Asıl tarih öğrenmenin savaşların günü gününe tarihi, kralların ülkenin başına geçiş tarihlerini öğrenmek değil; Tarihteki olayları inceleyip günümüze uyarlamamızı istemiştir.
13 yaşındayken babasını tüberkülozdan kaybetti. Annesi hastalanmaya başladığında çok büyük geçim sıkıntıları çekmeye başladı. Yetim maaşı yetmiyordu. Bu sebeple Viyana’ya gitti. Kendine güveni tamdı. Bu anısını şöyle anlatıyor:
“Bavulumu toplayıp Viyana’ya doğru yola çıktım. Yüreğimde sarsılmaz bir irade taşıyordum. Babam elli yıl önce, kaderini değiştirmeyi başardı. Ben de onun gibi “adam” olacaktım, ama memur değil.”
Hitler özgüveni olan bir adamdı. Öyle ki Viyana’ya gittiğinde Güzel Sanatlar Akademisi sınavlarına girecekti. Kendinden emin bir şekilde çizimleriyle sınava girdi. Kendisinden o kadar emindi ki, sınavının başarısız geçtiğini öğrenince “beyninden vurulmuşa” döndü. Annesi de 19 yaşındayken hayatını kaybetmiştir. Bu kadar sıkıntılar yaşamasına rağmen kendisinin pembe hayallere sahip şımarık bir çocuk olmadığı için o döneme şükran duyuyor, o dönemi “Tanrı’nın lütfu” olarak görüyordu.
İdeolojisinin temel yapıtaşlarını Viyana döneminde kazandı. Bunu kendisi şöyle anlatıyor:
“Sadece isimlerini bildiğim ancak Alman milletinin hayatı üzerindeki korkunç etkisi konusunda hiçbir fikir sahibi olmadığım iki tehlikenin farkına vardım. Bunlar Marksizm ve Yahudilikçilik”
Hitler o zamanlarda çok büyük gözlemler ve araştırmalar yapmıştır. Çalışmaktan arta kalan zamanların tümünü sürekli araştırma ve incelemeye ayırdı. Operaya gitmeyi de severdi. Sadece geçimini sağlamaya yetecek para kazanıyordu ve sadece kitapları vardı. Peki Hitler Yahudilere olan nefretini nasıl kazandı?
Hitler çocukluğunda ki Linz şehrinde çok az yahudi vardı. Bir ara sadece bir yahudiyle arkadaş olmuştu. 14-15 yaşlarındayken siyasi konuşmalarda sık sık Yahudi kelimesini duymaya başladı. Viyana’ya gelene kadar içinde Yahudilere karşı bir nefret yoktu.
Viyana’dayken basını aktif olarak takip ediyordu. Bu sırada Yahudilere karşı ilk nefretini kazandı. Öyle ki, büyük basın organları hep Yahudilerin elindeydi. Yalanları, iftiraları, kışkırtmaları, Fransa’yı öven yazıları gördü. “Büyük basını” daha derin araştırmaya ve incelemeye başladı. Yahudilerin bütün pis işlerde rolü olduğunu görmüştür. Bu sayede günden güne Yahudilere olan nefreti arttı. Bunların başka bir ırktan olduğunu, Alman olmadığını düşündü. Böylelikle Ari ırk (Saf ırk) oluşturma fikrini kurdu. Hitler bu durumu şöyle anlatıyor:
“Gerçek şuydu ki estetik adına ortaya konan çirkinliklerin, güzel sanatlardaki bayağılıkların, tiyatrodaki budalalıkların onda dokuzu, ülke nüfusunun ancak yüzde birini temsil eden bir kavmin egemenliği altında bulunuyordu.”
Hitler Parlamenter Sisteme de karşıydı. Devletin başkanı ülkesine yatırım yapmak yerine milletvekillerini nasıl kendime çekebilirim diye düşünürdü. Bu da Hitlerin sevmediği şeydi. Üstelik kötü sonuçlar doğduğunda hiç kimsenin sorumluluk almamasını da eleştirmiştir. Bu durumu şöyle açıklıyor:
“Parlamento bir karar aldığında, bunun sonuçları ne kadar kötü olursa olsun, bundan dolayı hiç kimseye hesap verme zorunluluğu olmadığı gibi, hiç kimse de sorumlu tutulmuyordu. … Bir lider belli bir fikri belirli şartlar altında berbat bir meclisteki çoğunluğa Kabul ettirme başarısı gösteremezse, bu onun yeteneksizliğini mi gösterir? Boş kafalı, beyinsiz yığınların büyük bir devlet adamının fikirleri üzerinde etkili olması mümkün müdür? …”
Bence de Parlamenter sistemine karşı eleştirilerinde haklı yönleri varmış Hitler’in. Sonuçta onun betimlediğine göre o dönemin meclisi yalanlarla dolu, yatırımlar yapmak varken halka karşı propagandalar uygularmış. Bu da hitler’in böyle düşünmesini sağladı. Neyse ki kendisi başa geçtikten sonra propagandalar konusunda çok şey değişmiş(!). İşte genel olarak Viyana dönemi böyleydi. Bu dönem Hitler’in fikir hayatına doğrudan etki yaptı. Bir de tabii ki dönemin şartlarına da bakmak lazım. Almanya o zamanlar 1.Dünya Savaşından çıkmış, Versay Antlaşmasını imzalamış, ekonomisi Büyük Buhran’da dibe çökmüş bir ülkeydi. Enflasyon oranları çok yüksekti. Durum bu haldeyken bir de Yahudi bankaları halkı sömürüyordu. Ancak burda şunu belirtmemiz gerekir ki 1920-1930 yılları arasında ekonomide düzelmeler meydana gelmişti. Bu yüzden Alman İşçi Partisi’nin yüksek bir oyu olmamıştı o dönemler. Ancak Büyük Buhran’dan sonra Hitler’in partisinde çok büyük bir oy patlaması olmuştu. Aradaki yıllarda Hitler bir darbe yapmamıştı çünkü Birahane darbe girişiminden sonra bir kez daha hapse girmeyi göze alamıyordu. Ülkenin başına geçtiğinde ilk işi bozulmuş Alman ekonomisini düzeltmek oldu. Ondan sonra askeri teknolojileri geliştirdi. Savaşta çok üst düzey silahlar kullandılar. Bu silahlara V2 Roketi, Schwerer Gustav Topu, Tiger Tankları bunlara örnek gösterilebilir. Daha sonra Versay Antlaşmasındaki kısıtlamalardan kurtulmak için çalışmalar yaptı ve 1930’lu yılların ortalarında antlaşmayı resmen yok saydı. Yani Versay Antlaşması sürekli bir “barış antlaşması” olmamış, tam tersine 2. Dünya savaşının açılmasına öncülük etmiştir. Aradaki dönemde de sadece geçici bir barış yapmıştır.
Almanya 1936’da İtalya ile Roma-Berlin mihver ittifakını, 1937’de ise Japonya ile Anti-Komintern paktını kurmuştu(Komünizme karşı kurulan pakt). Japonya ve İtalya’da da faşist rejimler hakim olmuştu ve yayılmacı bir politika güdüyorlardı. Savaşın sinyalleri görülüyordu. Dünyadaki büyük devletler açıkça silahlanma yarışına girmişlerdi.1937’de Hitler Avusturya’yı bir günde topraklarına kattı. Gerilim gittikçe tırmanıyordu…
- Dünya Savaşı Başlıyor
Versay Antlaşmasında’ ki bir maddeyle Almanya ile Doğu Prusya’yı ayıran bir bölge bulunuyordu. Bu bölge Danzig bağımsız şehriydi. Polonya’nın Baltık Denizi’ne açılmasını sağlayan bir koridordu.
Danzig’in nüfusunun %95’i Almanca konuşuyordu. Hitler burayı alıp Doğu Prusya ile birleştirmek istiyordu. Bunun için çokça müzakereler gerçekleşti. Polonya bunların hepsini reddediyordu. Hitler daha sert davranmaya başlamıştı. 23 Ağustos 1939’da Alman-Sovyet saldırmazlık paktı imzalandı. Böylelikle Hitler ve Stalin Polonya’yı bölüşmüşlerdi. Herkes bir savaşın yaklaştığını anladı. 30 Ağustos’da Polonya seferberlik ilan etti. Savaş hazırlıkları tamamlanmıştı. Hatta 31 Ağustos’da Polonya üniforması giymiş Alman askerler bir Alman radyo kulesine saldırdılar. Bu, Polonya işgaline haklı bir sebep oluşturmak için yapılmıştı. Nihayet beklenilen geldi. 1 Eylül 1939 savaş ilanı olmaksızın sabah vakti Alman Panzerler Polonya’ya girdi!
Blitzkrieg (Alman yıldırım savaşı taktiği)
Blitzkrieg Almanların savaş doktriniydi. Bu doktrin savaşlarda Almanlara çok büyük avantajlar sağlamış, çok hızlı zaferler kazandırmıştır.
Birinci dünya savaşında cepheler kilitleniyordu. Çünkü makineli tüfekler savunmada piyade taarruzlarına karşı çok etkiliydi. Bu duruma çözüm olarak tank icat edildi. Normalde tanklar piyadelere destek olarak bulunurken, Almanlar tankları ana unsur olarak kullandı. Hatta Tanklara destek sağlayacak tanksavar, topçu birlikleri tanklarla birleşerek “Panzer” tümenleri oluştu. Bu doktrinin temel amacı, tankların vurucu gücünü daha efektif kullanarak cepheyi tanklarla hızlı bir şekilde yarmaktır. Tanklar dışındaki diğer bütün güçler, tanka destek sağlar. Tanklar cepheyi yardıktan sonra düşmanı imha etmek işi piyadelere verilirken, tanklar daha derin bir yarma için ilerlemeye devam ederler. Saldırı devam ederken “Lutwaffe” (Alman Hava Kuvvetleri) düşmanın iletişim ve ikmal merkezlerini nokta atışlarıyla imha eder. Üstelik tanklar da bu görevi üstlenirler. Bu taktik sayesinde her şey bir oldubittiye gelir. Çünkü iletişim hatları ve düzeni bozulmuş düşman dağılacaktır. Genel olarak Blitzkrieg böyledir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılara yer vereceğiz. Bu doktrini anlatma sebebim ise Hitler’in Polonya savaşında bunu kullanmış olmasıydı. Şimdi ise Polonya Savaşı’na devam edelim.
Polonya’nın hiç beklemediği çok kötü bir olay gerçekleşti. 30 Ağustos’da seferberliğini ilan etmiş olan Polonya askerlerinin hepsini henüz cepheye taşıyabilmiş değildi. Yolda cepheye giden askerler Lutwaffe’nin hedefi olarak öldürüldüler. Almanlar Blitzkrieg’i kullanarak çok hızlı şekilde düşman ikmal ve iletişim merkezlerini imha ediyordu. Hitler Polonya için kimsenin bir dünya savaşı başlatacağını düşünmüyordu. Ancak dediğinin tam tersi oldu. 3 Eylül günü Birleşik krallık ve Fransa Almanya’ya savaş ilan ettiler. Alman ordusunun büyük bir bölümü Polonya topraklarındaydı. Bu yüzden Almanların Fransa sınırında çok fazla birliği yoktu. Ancak o zamanlarda Fransa’yla sadece küçük çatışmalar çıkmıştı.
Wehrmacht (Alman Silahlı Kuvvetleri) son hızda ilerliyordu. Taarruzun ana hattı Polonya’nın batısından geliyordu. Ancak kuzey ve güneyden de destek saldırıları yapıldı. Almanların Blitzkrieg doktrini işe yarıyordu! Polonya tarafındaki 98 uçak tarafsız Romanya’ya geçti. Normalde zaten üstün olan Lutwaffe bu durumun ardından Polonya Hava Kuvvetlerine karşı iyice ezici bir üstünlük sağlamışlardı. Savaş Polonya’nın açısından gerçekten kötü gidiyordu.
17 Eylül günü Sovyetler Birliği Polonya’ya saldırdı. Hoaydaa! Bu durum karşısında Polonya çok az direnebildi. Nihayet 27 Eylül günü Varşova hükümeti teslim oldu. Almanya ve Sovyetler Birliği Polonya’yı aralarında bölüştü. Polonya iki devin arasında tabiri caizse tost gibi ezilmişti. Bu savaşla birlikte uyuyan bir dev daha uyandırılmış oldu: Sovyetler Birliği!
Finlandiya-Sovyetler Birliği Savaşı
Finlandiya, 6 Aralık 1917’de bağımsızlığını ilan etmişti. Bir iç savaş çıkmıştı. Bu iç savaşta Almanlar Ruslara karşı kazandı. 1.Cihan Harbinden sonra Finlandiya Almanya’ya yakınlaşmaya devem etti. Sovyetlerin Baltık Denizinde sadece Leningrad üzerinden limanı vardı. Ancak kıyının hemen kuzeyinde ise Finlandiya toprakları bulunuyordu. Stalin buralara topçu mevziisi yerleştirmenin Leningrad için gerekli olduğuna inanıyordu. Stalin Finlandiya ile masa oturdu. 5 adayı istiyordu. İstediği toprakların yüzölçümü 1700km2 idi. Üstelik Orta kesimlerden 3500km2 toprak vermeyi kabul etmişti. Ancak Finlandiya bu teklifi reddetti. Devamı gelecek…
Paylaş
Yazar hakkında
Yaklaşık 2 senedir Defter Arkası'nda yazılar yazıyorum. Genellikle deneme ve öykü yazarım; fakat ara sıra bilimsel yazılar da yazıyorum. Bir süredir sosyal bilimler üzerine yoğunlaştığımdan dolayı, yazılarım da bu doğrultuda olmaya başladı. Eğitimime Haydarpaşa Lisesi'nde devam ediyorum.