
Gün doğumundan önce uyanan olmazdı. Sadece tavuk çığlıklarını duyan Lumina’nın torunu döşekten atlar, tahta kapıdan çıkabileceği bir aralık açar, tüm havayı içine çeker ve gülümserdi. Sonra koşarak sokağa açılan büyük demir kapıyı kapatırdı.
Köyü ikiye ayıran bir dere kenarında kuzuların otladığı zamanları unutmak üzereydi Lumina. Şimdilerde insanlar kerpiç evlerini yıkıyorlardı ve kendilerine birden fazla oda yapıyorlardı. Yetmezmiş gibi baharda çiçek ekmeyi unutuyorlardı. Yaşamayı böylesine bırakanlara çok kızardı. Bu yüzden her gün torunundan bir saat kadar sonra kalkardı. Günün en güzel vaktinde asma yaprakları için yerleştirilmiş iki demir arasına kurdukları salıncağa otururlardı. Her rengi izlerlerdi, kaç vakit bilmezlerdi. Böyle zamanlarda düşünmek en iyisiydi. Torunu köyünün gökyüzünden başka gök göremediği için hep aynı yıldızı düşlerdi. Lumina ise hayatı düşünür, kendi hayatını düşünür, başka yaşamlar hayal ederdi. Bu her gün tekrarlanan ikinci şeydi ve günde iki kez çay demlenirdi. İlki kahvaltıdaydı. Yumurta ve reçelin eksik olmadığı kahvaltılar… İkincisi daha lezzetliydi. Akşam ezanından sonra birkaç komşu çıkar gelir, evin önüne minder atılır, yatsıya kadar sohbet edilirdi. Sevgili torunu da dinlerdi, bol bol gülerdi. Bazı akşamlar olur, onlar komşu evlere giderlerdi. O zamanlar mahalleli çocukları görme fırsatı bulurdu torunu. Ellerinde top durmadan koşuştururlardı. Sokak hayvanları bile onlarla mutluydu, köpekler peşlerinden koşardı. Yaz akşamlarının tadına en güzel onlar varırlardı.
Ne var ki Ağustos yarılanmıştı. Lumina dertliydi, oldukça dertliydi çünkü bu sene hasat iyi değildi hem de hiç iyi değildi. Sorunun ne olduğunu bilmezdi ama haber etmişlerdi. Sanıyordu ki bazı bölgelerde kuraklık vardı. Köyünün toprağında, havasında sıkıntı yoktu fakat bu köy ona maddi kazanç sağlamazdı. Eşinden miras kalan tarlalar icara verilmişti. Üstelik rahmetli eşinin memleketindeydi. Akrabaları kazandıkları paranın bir kısmını Lumina’ya gönderir, böylelikle onun gelirini oluştururlardı. Bu dönemde ellerine ne geçmiştir, ne gönderirlerdi? Bahçesine ektikleri kendisini ve torununu doyurmaya yeterdi elbet. Her akşamüzeri torunu ile bahçeye iner, sebzeleri kontrol ederlerdi. Hele domates yüzlerini güldürmüş, kış hazırlığına çok yardımı dokunmuştu. Şişe şişe tarhana ve kavanoz kavanoz salça hazırlamışlardı. Ama tavuklar ne olacaktı; ya koçlarla kuzular? Tahılların ve samanların azaldığını torunu da fark etmiş, ne zaman deponun dolacağını sormuştu ama Lumina cevap verememişti. Torunu durumlarını en iyi rüzgarın esmeye başladığı dönemlerde anlamıştı. Kömür deposunu hala doldurmamışlardı. Tüm kış çotuk mu yakacaklardı? Öyleyse ekmeği nasıl yapacaklardı?
Bir dönem hiçbir sorun yokmuş gibi devam ettiler. Fakat Lumina, torununu köy mektebine yollayamadı. Diğer oğlanların gittiğini ikisini de biliyordu. Ve yine defter alamayacaklarını da. Yine de hafta başlarında pazara inip gofret ile helva aldılar, mutlu olmaya çalıştılar. Adak adamış bir anadan gelen eti afiyetle yediler. Biraz sonra yüklüğü bozmaya başlayacaklar, yorganları çıkaracaklar. Kalın iplikleri bulacak Lumina. Hem torunu hem kendisi için yelek örmeye başlayacak. Şimdi her şeyi anlayacak torunu. Babası annesini, annesini onu bıraktığında, bir kucak aradığında Luminadaydı. Onu ayakta tutan, hayata bağlayan, güzelliğini paylaşan, kötülüğü uzaklaştıran Luminaydı. Üzüldüğünde renkleri birbirine katmayı öğretendi çünkü renklerin oluşturduğu kaosa bile gülümsenirdi. Şimdi üzgün olan Luminaydı ve renkler birbirine katılmalıydı. Pencerenin altından kalktı, mutfaktaki plastik çekmecelerin her birini sırayla çekti. Onlarca peçete buldu, hepsini aldı. Bir su şişesine su doldurdu ve kapağını çatalla deldi. Geçen bahar köy kahvehanesine gelen şehirli bir abinin hediye ettiği mürekkepli kalemleri çıkardı. Bir peçete alıyor, seçtiği bir kalemle bir şekil çiziyor, üzerine su damlatıyor ve boyanın dağılışını izliyordu. Başka bir renk seçip, farklı bir şekille devam ediyordu. İstediği kadar karışıklık elde edince ıslak peçeteyi elinde buruşturuyor, yırtmamaya çalışarak açıyor, mutfaktaki tahta masaya diziyordu. Bu işle saatlerce uğraştı. Kümesi temizleyen Lumina ise farkında değildi. Torunu bu peçeteleri satacak, bir çuval kömür alacaktı belki biraz da buğday. Pazardakiler gibi bir tezgâh kurmak için bir sürü tahta buldu, üst üste, yan yana dizdi ve belirsiz ama dengeli bir şekil elde etti. Kurumuş peçetelerini dizdi. Şimdi müşteri gelmeliydi.
İki saati geçirdi. Kimsenin sokağa çıkası gelmemiş miydi? Haklı olabilirlerdi, hava soğuktu, karanlıktı. Dün gece yağmur bırakmış bulutlar dağılmamışlardı. Taşlı yolda çamurlaşmış su birinkileri vardı. Buna rağmen camii yönünde biri göründü. İlk müşterisi olacak bu yaşlı kadına baktı. Başındaki oyalı çembere benzer peçetesi de vardı. Hemen gelsindi, alsındı istedi. Gülümseyişini gördüğüne bile emindi kadının. Soğuktan pembeleşmiş ama kırışıklığı gizlenemeyen yüzüne baktı ve gülümsedi. O anda bir rüzgâr esti, kadın geriledi, peçeteler havalandı. Birdenbire oldu, birdenbire birer birer kirlendi peçeteler. Çamura batmış olanları gördü, nereye uçtuğunu takip edemedikleri oldu. Hepsini kaybetti. Baktığında görebildiği siyahtı şimdi.
Lumina bütün kışı hüzünlü geçirdi. Bazı akşamlar soba dahi yakmadı, yakamadı. Ertesi gün ıhlamur kaynatmak için komşu aradı. Torunu bütün kış yorgan altındaydı. Bırakın ağlamayı, yıldızını düşleme hevesi bile kalmamıştı.
İllüstrasyon, Salih Uygun’un eseridir. Kullanmama izin verdiği, sanatıyla hikâyeme renk kattığı için kendilerine teşekkür ederim.
Ben Elif Tan. Hikaye ve tiyatro metinleri üzerinde çalışıyorum. Insanları heyecanlandıran ve üzen konular üzerinde yazı denemeleri yapmayı seviyorum. Görseller, müzikler ve hikayeler beni büyütüyor. Bir gün aynı etkiyi yaratabilmek dileğiyle!