
Ömrümün herhangi bir sabahı yorgunlukla açılan gözlerimle günü selamlıyorum. Gözlerime ve dudaklarıma verdiğim komut beraberinde gülümseyen bir çehreye kavuşuyorum. En azından “tebessüm eden” diyelim… “Saat kaç?” diye usulca fısıldıyorum. Göz bebeklerim sol kol bileğime yöneliyor. Saat… Ölüme geliyor!
Aniden doğruluyorum. Sol koluma yapışmış kalmış o saatten bıkkın bir şekilde kurtuluveriyorum. Nihayet… Pencereden düşüşünü zevkle izliyorum. Parçalara ayrılıyor, ayrıldığı her parça yüreğimi okşuyor. Zaman durmuşçasına bir his yalıyor içimi. “Zaman durdu, şimdi ben mazimden ibaret olan ömrümle lime lime hesaplaşabilirim.” Düşünüyorum. Yanlışlarımı, kırdığım kalpleri, döktürdüğüm gözyaşlarını, mani olduğum güzel haberleri, doyuramadığım karınları… Tüm hatalarımı ve beraberinde çarelerini düşünüyorum. Tam o sırada “Zaman hala geçiyor.” der gibi, daha biraz önce parçalara ayrılan kol saatim hiçbir şey olmamışçasına koluma yerleşiyor. Sapasağlam… Zaman az, e zaman azsa çare de az. Saat… Ölüme çeyrek var!
Kestirme bir yola meyillenmiş aklım. Küçük ve genel bir not… Aziz Bey’e yazdım mıydı… Saçmalıyor muyum? Başka çarem de yok, biçare olmuş dolanıyorum kendi eserim olan mayınlı tarlalarda. Aziz Bey yaptığı bir duyuruyla herkesten özür dilediğimi iletebilirdi belki. Bu kadar kolay mıydı? Hayır, Aziz Bey sadece bir muhtardı. Bu ne onun göreviydi ne de benim kestirme yoldan faydalanarak halledebileceğim bir işti. Gözüm ansızın… Ansızın ve yine saate kayıyor. Saat… Ölüme on var!
Çaresizliğin ufkunu bilir misin? Benim gözlerim o ufukta kilitli. Bedenim o ufka sürükleniyor. Bir uçurtmanın ipine takılmış hatalarım, daimi yukarımdalar. Neredesin Aziz Bey? Yürüyorum mahallenin sallanan kaldırım taşları üzerinde. Belki de ben duruyorum da taşlar geriliyor, kim bilir. Koca bir kalabalığa denk geliyorum. Aziz Bey toplamış. Sahneye dikiyorum gözlerimi fakat bu pek uzun sürmüyor. Ansızın sahneye çıkıp Aziz Bey’in elinden mikrofonu kapıveriyorum. Tüm suçlarımı birkaç kelimenin sırtına yüklüyorum lakin gözlerimin körleşmediği tek çare bu. “Affedin beni” diye bitiyorum af dileğimi. Affetmişler midir? Herkes burada mıydı sahi? Ayşe Teyze? Hatice Nine? Küçük Ahmet?… İnşallah buradadırlar. Saatim düşüveriyor kolumdan. Düşüşüne bakarken yine görüyorum. Saat… Ölüme beş var!
Uçurtma tepemde değil artık. Kulaklarımda arı vızıltıları, kuş sesleri… Burnumda çiçek kokuları… Önce bir yağmur bastırıyor. Peki ya sonrası? Sonrası meçhul, bilgim yok. Zira saat… Ölüm saati!
Merhaba. Mümtaz Turhan Sosyal Bilimler Lisesi öğrencisiyim. Kalemimi daha çok deneme ve hikâye türlerinde yoğunlaştırsam da başka türler için de kendimi hazırlamaya çalışıyorum.
Sevgili Neslihan, bu yazında “Çocuk İşte” yazısı gibi çok profesyonel ve özellikle bazı kelime grupları çok farklı ve orjinal. Ayrıyetten süslü bir üslup kullanmışsın ,benim hoşuma gitti!
Çok teşekkür ediyorum ?
Çok yaratıcı ve farklı. Düşüncelerin ilerleyişi de çok güzel. Üzerine emek harcandığı belli. Çok başarılı bir yazı.
Gerçekten ilham verici.
Çok teşekkür ederim ?
Ölüm bir kapıdan ibaret, kendi üstümüze kapanacak… Selamlar, elinize sağlık.
Değerli yorumunuz için teşekkür ederim.