On Sekiz
- Sümeyra Sultan Hançerli
- gönderildi KültürÖyküSanatYaşam
- 10
Bir hışımla çıktı evden. Yüksekçe merdivenleri inerken yine ayağı burkuldu, yuvarlanmaya başladı. Daha önce merakına yenik düşmüş, saymıştı basamakları. Tam on sekizinci basamağa geldiğinde burkuluyordu ayağı. On sekizinci basamak ise halinden memnundu. Evden hışımla çıktığı zamanlar bir de o eziyet ediyordu adama. Eziyet de ne eziyet… Adam biliyordu o basamağa geldiğinde düşeceğini ama bir şey yapamıyordu işte. Neden olduğu bilinmez, ayaklarını kontrol eden beyni her seferinde daha da istekli basıyordu on sekize.
Düşüşün ardından ayağa kalktı, siyah kumaş pantolonunu silkeledikten sonra gömleğini kıvırdığı kollarına baktı. Beş gün önceki düşüşü hatırına oluşan morluk ilk başta yaprak gibi yeşermiş, sonra da kararmaya başlamıştı. Kararan morluğun ardında bir acı hissetti. İşte, bugünkü kavga şerefine oluşan yara da oradaydı. Kanıyordu yara, derisi kalkmıştı. Havadaki tozlar uçuşup kanlı yaraya kondukça adamın canı acıyor, halsizleşiyordu.
-“ Geçer” dedi.
Hep geçiyordu yaralar, zamanla kabuk bağlıyor sonra da unutulup gidiyordu. “Ya geçmeseler?” ardından cevap geldi: İşte o zaman, on sekizinci basmak kendisi için bir sorun haline gelirdi.
Giriş kata kadar yuvarlanmıştı. Tozu toprağı üstünden iyice silkeledikten sonra karşıdaki aynaya baktı. Kan, beyaz gömleğinde hemen belli oluyor, adeta “Bana bakın” diye bağırıyordu. “Ben kanım, kan! Az önce kanadığım yere bir darbe geldi, bu kolun sahibi hışımla evden çıktıktan sonra tam da on sekizince basamağa bastığında yuvarlandı! Ben kanım, kan! Bu kol kanamadan önce bir tartışmaya şahit oldu.” Lekeyi gizlemek istediğinden gömleğini biraz daha kıvırdı adam. Düşüşün etkisiyle dağılan ipeksi saçlarını elleriyle düzeltti, siyahımsı gözleriyle aynaya tekrar baktı ve yüzünü gördü. Kıpkırmızı olmuştu. Ama çare yok. Dışarı çıkıp nefes almalıydı, yoksa rahatlayamayacaktı. Derken yukarı kattan bir tabağın kırılma sesi duyuldu. O kadar alışmıştı ki bu olaya, onun için monotonlaşmıştı artık tabak kırılması. Ardından da kadının bilindik haykırışları duyuldu. Ve adam, biraz daha sinirlenerek apartman kapısından dışarıya attı kendini.
Dışarıya çıktığı anda soğuk rüzgâr yüzüne vurdu sert bir tokat gibi. Üşüdü.
-“ Geçer.” dedi.
Ayakları sokağı adımlarken o bilindik caddenin başına geldi. Her zaman ihtiyatla bakıp karşıya geçtiği trafik lambasını gözü görmedi bile. Tam caddenin ortasındayken arabanın farı aldı gözünü, adam öylece kala kaldı orada. Sert bir fren sesinden sonra kornanın yanık bağırtıları duyuldu. Sanki dili olmayan nesne caddenin orta yerine atladığı için adama sövüyordu. Aniden dillenmişti korna arabanın içinden kazazedeye bağıran adam gibi. Ölümün kendisine bu kadar yakından göz kırpmasına aldırmadan karşıya geçti adam. Ardından sıcak bir nefes hissetti. “ Ölüyordun.” dedi bir ses fısıltıyla. ‘ölümü’ düşündü.
-“Geçer.” dedi ve yoluna devam etti.
Bir kulenin tepesindeydi artık. Önünde uçsuz bucaksız deniz, dalgalarıyla kayaları dövüp aşındırıyordu. Kayalar suskun… Kayalar savunmasız… Kayalar biçare kayalar. O da savunmasız hissetti kendini, kavga ettiğinde hep öyle hissederdi. Kırılan tabakların sesi çınladı kulaklarında. Sesler, gecenin hazin dolu sessizliğinde ahenkleşerek kayboldular. Ahenkler karşıki dağlara çarpıp geri geldi kulağına.
-“Geçer.” dedi adam. “Araba farının gözlerimi kamaştıran ışığı nasıl geçtiyse ahenkli yankılar da geçer.”
Merdivenlerini bin bir güçlükle tırmandığı kuleden baktı gökyüzüne doğru. Ay, sallanıyordu beşik gibi boşluğunda süzüldüğü gökte. Yıldızlar kayıyordu bugün, ama ne kaymak… Sanki ölüyorlardı. Âlemlere sultanlık eden güneş bıkmıştı işinden, kararacaktı yakında besbelli. Ve tüm galaksi milyarlarca yıldır yaptığı işten sıkıldığını göstermek için istifa ediyordu: galaksi, adamın çaresizliği gibi çaresizlik içinde ölüyordu. Bunaldığını hissetti ipek saçlı adam. O da istifa edecekti belli ki. “Boşanmalı.” dedi. ‘Yoksa bu kavgaların sonu gelmeyecek.’ Tartışmaların büyüyeceğinden korkuyordu. O tartışma istemiyordu: o mutluluk, sadakat, huzur, bağlılık istiyordu. Ama kavga bağımlısı olup çıkmıştı. En ufacık bir olay olsa hemen kıvılcımlanıyordu ortalık. Sonra yangın yerine dönüyordu odalar, o, karısı. En sonunda adam yangının sıcağına dayanamıyor, on sekizinci merdiven basamağından yuvarlanırken buluyordu kendini. “Boşanmalı!” diye bağırdı denize doğru. Yıldızlar yavaş yavaş ölürken şaşakaldılar. Sallanmayı kesti ay. Güneş kararmayı unutuverdi. Bir martı naralarla yükseldi havaya, endişe içinde gözden kayboldu. Boşanmalıydı mutlaka. Kurtulmalıydı bu eziyetten. Tabaklar kırılmamalıydı, on sekizinci basamak mutlu olmamalıydı adamı düşürdüğü için. Anlaşamıyordu ikisi, bu belliydi. Ayrılacaktı… Akşam eve gittiğinde sakince oturup konuşmayı teklif edecek, ayrılacağını söyleyecekti. Anlayışla karşılamalıydı karısı, tabak kırılmamalıydı. Tabak kırılırsa durumun feci olacağını düşünüyordu. Kendine söz verdi. Eve girdiği anda tek bir tabak dahi kırılırsa, anında açacaktı davayı. Dalgalar kayaları dövdü, kayalar boynu bükük kaldı. Evin içinde öylece durmuş, umarsızca tabak kıran kadının da boynu büküktü şimdi. Peki, ne mi yapıyordu? Televizyon mu izliyordu yoksa kitap mı okuyordu bilinmez. Belki de… Kara kara düşünüyordu ne yapması gerektiğini. Kocasıyla barışmalı mıydı, küs mü kalmalıydı? Yoksa naza mı çekseydi kendini? Fazla mı kaçardı naza çekmek? Eşinin tepkisini kestiremiyordu. Eh tabi, biraz naza da çekmeliydi kendini, buna haklı vardı. Uzunca bir süre düşündükten sonra karar verdi kadın, naz yapmak en iyisiydi. Kadınlar da biraz nazlı değil miydi zaten? Biraz nazlanarak kalp kırıklarını da yerdeki tabak parçaları gibi süpürmeyi düşünüyordu.
-“Geçer.” dedi kadın umut içinde. Ama geçecek miydi, sürekli kavgaları nihayet bitecek miydi, bilmiyordu.
Adam ayağa kalktı, bin bir zahmetle tırmandığı, yıldızların ölüp, güneşin kararışını izlediği kulenin basamaklarını teker teker inmeye başladı. On sekizinci basamağı da aklında tutmayı ihmal etmemişti. Bacaklarındaki dermanın son zerresini de basamakları inmeye harcarken, on dokuzuncuda derin, büyük bir soluk aldı. On sekize bastı ve… Düştü.
Tekrardan ayağa kalktığında –“Geçer.” dedi adam. Yırtık pantolonuna baktı. Bu sefer de dizi kanamıştı. Yine mırıldandı artık ezberlediği beş harfli kelimeyi. Yaralar, geçip gitmeye, vücuttan silinmeye mahkûmdu.
Geldiği yolları tekrardan adımladı. Bu sefer biraz aksak, ürkekti adımları. Titriyordu; vücudundaki titremenin, aksaklığın bacağındaki yaradan kaynaklandığına inandırmaya çalıştı kendisini, yapamadı. Biliyordu kulede verdiği kararın çok zor ve çetin olduğunu. Kendini karısının da ondan boşanmak isteyeceğine inandırmıştı. Aslında seviyorlardı birbirlerini. Ama çare yoktu. Kimse zarar görmeden bitecekti bu iş, bitmeliydi. Gözyaşları usulca akmaya başladı uzun kirpiklerinin arasından kurtulup. Birden kendini boşlukta gibi hissetti, içi ürperdi. Erkekti o. Erkekler ağlar mıydı hiç? Hiçbir düşünce korkutur muydu onları? Kararlarında kesin davranmalıydı erkekler, erkeklik bu demekti ya… Ama şimdi ağlıyordu işte. Birden bu koca dünyada yalnız kalma korkusu basmıştı koca yüreğini. Tabakları suçladı, onlar kırılmasa kavgalar alevlenmeyecekti belki de.
Ayağını sürüyerek apartmanın kapısından girmeden önce, durup kaldırdı kafasını. Yıldızlar ona göz kırpıyordu tatlı tatlı. Ay nazlı bebekler gibi sallanmayı kesmiş, gözlerini adamın ipeksi saçlarında, az önce ağlayan siyahımsı gözlerinde dolaştırıyordu. Tökezleyerek kapıdan girdi. Girmesiyle aynadaki yansımasını görmesi bir oldu. Kolundaki yara hala taze fakat kurumuş, yırtık pantolonunun dışına süzen kan ise durmamıştı. Kendine acıdı. Neydi onu bu hale getiren? Kavga. Evet kavgaydı… “Unutma!” dedi kendine. “Tek bir tabak dahi kırılırsa davayı açacaksın.” Yürüdü, merdivenin başına geldi. Sağ ayağını kaldırıp ilk basamağa bastığında acıdı yarası. Saymaya başladı: Bir… İki… Üç… Basamaklar yoruyordu onu. Dört… Beş… Altı… Yapamayacaktı! Şimdi düşüp kapaklanacaktı yere. On bir… On iki… On üç… Kurtuluşu arar gibi sarıldı demirlere. On altı… On yedi… Ah! Gelmişti! İşte on sekizin önündeydi. Yenecekti onu, düşmeyecekti bu sefer. Ve on sekiz… Ayağını basamağa değdirmesiyle kayması bir oldu. Kızdı kendine çünkü yine düşüyordu. Bugünün kaçıncı düşüşüydü bu? Bıkmıştı!
-“Geçer.” dedi içinden. Kalktı, koşar adım çıktı merdivenleri. On dört, on beş, on altı, on yedi ve on dokuz. Durdu. Birden gülmeye başladı. (Bugün ilk defa gülüyordu) Haniydi on sekiz? Düşürebilmiş miydi onu? Düşürememişti. Basmamıştı ki on sekize düşsün. On sekizin sırrını çözmüştü işte. Bu kadar basit bulunabilir miydi düşmemenin sırrı? Daha önce bulamamıştı. Belki de basamaklara bu kadar ilgi göstermese düşmezdi hiç. Ama neyse ki bir anlık hamle yeterli oldu. Artık on sekiz, onun için bir sorun olmaktan çıkmıştı.
Yirmi yedinci basamaktan sonra evine ulaştı. Birkaç saat önce eşiyle kavga ettikten sonra çarpıp çıktığı kapı daha bir değişik geldi ona. Titremesini az da olsa durdurabildiği eliyle bastı zile. Zilin melodisi de değişmişti sanki. Adeta bir tabağın kırılma sesini andırıyordu. Sesten tiksinerek iki kulağını da elleriyle kapattı. Melodi bittikten sonra açıldı kapı. Kavga ettiği kadın karşısında duruyordu artık. Gözleri buluştu önce. Sonra adamın bakışları kadının ellerindeki tabaklara kaydı. İki eliyle sıkıca tuttuğu tabakları yavaşça havaya kaldırdı kadın. “Tamam.” dedi adam. “Ha düştü ha düşecek tabaklar, kırılacaklar. Dava açılmalı!” Ama olmadı beklediği. Kadın arkasını döndü, yavaşça masaya bıraktı tabakları. Muazzam yemekler vardı masada. Tekrar arkaya baktığında gözlerinin içi gülüyordu. Daha birkaç saat önce aldığı karardan vazgeçmişti besbelli. Naz yapmıyordu, daha çok her şeyi kabullenmiş gibiydi. Yeni bir başlangıç yapmak istiyordu besbelli. “Hoş geldin.” dedi sevecen bir sesle. Ama ne gözlerinin gülümsemesi uzun sürdü, ne de sesinin sevecenliği. İlk başta adamın kolundaki yaraya takıldı gözleri. Sonra dizini gördü. Eğildi yavaşça, yaraya baktı. Dokunduğu anda inledi adam acıdan. Kadının gözleri doldu… Yutkundu.
-“Kanamış.” dedi.
-“Geçer!” dedi adam şaşkınlıkla. Birden her şeyi unutuverdi. Yaşanan kavgalar hiç meydana gelmemişti sanki. Tuttu elinden, kaldırdı karısını. Birbirlerine baktılar, sonra da sımsıkı sarıldılar.
-“Geçer!” dedi adam fısıldayarak. On sekiz nasıl geçmişti? Kanayan yaralar nasıl geçiyordu günbegün? Bu da öyle geçecekti.
Paylaş
Yazar hakkında
Kanuni Sosyal Bilimler Lisesi öğrencisi. Defter Arkası'nda 1 senedir yazıyor; durum hikâyeleri, denemeler ve kitap incelemeleri yazmayı çok sever!