Göklerin eşi görülmemiş bir şekilde kasvetli olduğu bu sabahtan gönlüm de nasibini almış olmalı ki git gide gözlerindeki mavinin derinliklerine doğru ilerleyen gönlüm, tesirli basınç karşısında biçare vurgun yiyordu ve her nasıl oluyorsa kerim bir şekilde içimden dökülen kelimeler anlamsız çizgiler olarak bana geri dönüyorlardı. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı olan gözlerime yağışların sebebinin mevsimsel olup, çektiğim acılar ile bağdaştırılmaması gerektiğini bir türlü anlatamıyordum.
Sislerin arasından yavaş yavaş yaklaşıp burnu görünen, zamanla tamamen görüneceğini bildiğimiz bir gemi gibi yola koyulma vakti de geliyordu. Bilinç dışı bir şekilde öyle bir refleks oluşturmuş olmalıydım ki kapıya nasıl geldiğimi bile hatırlamıyordum hem zaten ayakkabımın bağcıklarını bağlamanın rutiniyle başlayan hangi günüm farklı geçmişti ki? Kapıdan çıktığım anda önümde bulunan iki seçenekten birini seçmeli idim, merdiven mi yoksa asansör mü? Farklı bir şeyler yapıp balkondan atlamak istesem de yarimde(sende) atlamayı deneyimlemiş olmalıyım ki bir daha baş üstü yere çakılmak istemiyordum. Asansörün mekanikliği bana çok soğuk geldiğinden midir bilmem merdivenlerden inmeyi tercih ettim. İnerken botlarımdan çıkan sesten başkalarının rahatsız olmasını istemememden mütevellit ayaklarımın bir kuş tüyü gibi yere inmesini sağlamaya çalışıyordum. Apartmanın zemin katına indiğimde ses çıkarmamayı başaramamış olsam bile en azından ”denedim” diyebildiğimden ufak bir tebessüm kondu yüzüme. Bu tebessüm, kapkaranlık bir odanın iğne deliği büyüklüğündeki boşluğundan süzülen güçsüz bir ışıktan farksızdı. Apartmanın kapısını açtığımda yüzüme vuran acı rüzgarın etkisinden kurtulma isteğim okula gitme mecburiyetime baskın gelemediği için metro durağına doğru yürümeye başladım.
Yürürken gördüğüm her yüz beynimde teker teker işlenip teker teker çöpe atılmakta olsalar da unutamadığım çehreler de yok değildi. Misal sen, seni ilk gördüğüm anda akıl hapishanelerimden müebbet yemiş gibi akılcağızımda kalakaldın. Bir mahkumun yargıç olup hapishane amirine idam cezası vermesi ne kadar saçma ise sana aşık oluş hikayem de o kadar saçmaydı aslında. Neyse ki bir şairden okumuştum aşkta mantık aranamayacağını. Sahi, aşkta mantık arasaydım tımarhanelerde gönül ve paradoks birimine büyük külfet çektirebilirdim.
Metroya gelmiştim,- her ne kadar insanlık dışı bir toplu taşıma aracı olsa da metroyu hep sevmişimdir çünkü insanların asıl kişiliklerini genellikle burada gözlemleme şansı bulmuşumdur. Bunun böyle olmasının esas sebebi muhtemelen kimsenin birbirini bir daha görmeyecek olmasıdır. İnsanlar burada davranışlarını sergilerken düşünme zahmetine girmeyip, ham benliklerini ortaya koyuyorlar. Metropol şehirlerin metrolarında zamandan değerli bir şey yoktur, insanlar yavaş yürürlerse uyarılırlar. Alışması zordur bu hayata. Ben de zorlandım. Özellikle yaşlılar ve çocuklar için çok daha zor olan bu yer şu ana kadar kimseye acımadı.-
İndirimli öğrenci kartımı okutup turnikeden geçtim ve yürüyen merdivenle inmeye başladım. Yanımdan hızla geçen onca insanın arasına karışmak bu sefer bana cazip gelmişti. Ben de merdivenin sol tarafından inmeye başladım. Kadıköy yönüne doğru giden metroya binmem gerekiyordu. Üzerinde Kadıköy yazan mavi renkli bir ok işaretinin gösterdiği yöne doğru yürümeye başladım. Oldukça kalabalık olan metro istasyonu boylu boyunca insan kaynamaktaydı. Ben de bir yerlere kaynadım. En öndeydim, metro geliş süresini gösterge iki dakika olarak gösteriyordu. Telefondan müzik açma vakti gelmişti. Teoman’dan 17 şarkısı çalmaya başladı, bu arada metronun ilk ışıklarını gördüm. Metro hızla benim bulunduğum yere doğru geliyordu. O anda sırtımda bir el hissettim. İlk başta beni çekeceğini ümit etsem de birdenbire git gide kendimi raylara doğru düşerke…